|
|||||||||||||||||||||
|
Şu anda kimin söylediğini hatırlayamadığım için ismini veremeyeceğim, ama İngiliz olduğunu sandığım biri Çin hakkında şöyle bir söz etmiş: Çin, bir kariyerdir! Buna bir başkası da ekleme yapmış: Ömür boyu süren, ama asla tamamlanamayacak bir kariyer.
Kariyer, bütün yaşamımızı belirleyecek derecede önemli olan mesleki bir yol tutmak gibi basit anlamıyla alınsa bile, bir ömür boyu tamamen hakim olamayacağınız bir alanda at koşturmaya kalkışmak hakikaten yürek isteyen bir girişim.
Gerçekten de beş bin yıllık tarihiyle, gelenekleriyle, toplumsal dokusuyla vb ne kadar öğrenirseniz öğrenin, geriye hâla öğreneceğiniz çok şeyin kaldığını bildiğiniz bir konu ile ilgilinmek hem ürkütücü hem de heyecan verici. Ürkütücü çünkü, asla tamamen hâkim olamayacağınızı bildiğiniz bir alanda hangi konuda olursa olsun söz ederken hata yapma riskinizin her zaman olduğunu hep bilirsiniz. Heyecan verici, çünkü ne kadar öğrenseniz de yine öğrenecek yeni şeyler olduğunu bilirsiniz. Çin'i yabancılar için çekici kılan pekçok özellik vardır kuşkusuz, ama çekiciliğinde bunun da önemli bir payı olduğunu sanıyorum.
Bunları, Çin hakkında başka insanların okuyacağı günlük tutmanın insana bir sorumluluk duygusu yüklediğini ifade edebilmek için söylüyorum. Eğer Çin, ömür boyu devam etse de bir türlü tamamen ustalaşamayacağınız kadar engin bir konuysa, burada ne kadar uzun kalmış olursanız olun, anlattıklarınızda hep bir eksiklik, yep bir yanlışlık, hatta istemeseniz de hep bir çarpıtma olacaktır. Eğer Çin hakkında birşey söylemeye kalkışacaksanız, bunu baştan kabullenmeniz gerek. Tabii, Çin hakkında yazılmış birşeyleri okuyan ya da söylenenleri dinleyenler de, kendisine aktarılanların şu ya da bu ölçüde bu kusurlardan mustarip olduğunu akılda tutmalı. Hele izlenimler ve günlükler iyice öznel deneyimlere dayalı olduğundan, insan bunları aktarırken kendini daha da ince bir ip üzerinde yürürmüş gibi hissediyor.
Ama adı üzerinde, izlenim ve günlük... Yani bilimsel bir inceleme yapmıyorsunuz, günlük hayatınızı yaşarken, gördüklerinizin ve başınıza gelenlerin sizin zihninizde bıraktığı izi aktarıyorsunuz. O bakımdan insan belli bir rahatlık duygusu ile yazmaya çalışırsa pek de haksız sayılmamalı. Ama yine de, nasıl olsa bilimsel inceleme yapmıyorum diyerek canınızın istediği şekilde tamamen öznellik penceresinden de bakmamak gerek. Örneğin, başınıza gelen herhangi bir olayı mutlaklaştırıp "Bu iş, Çin'de böyle olur" gibi bir genelleştirme yaparak kesin bir bilgiymişcesine yansıtmak yanıltıcı olabilir.
Aslında bütün bunları şunun için anlatıyorum: Bu günlükte aktarmak istediğim istediğim bazı gözlemler, anlatıldığında "Çinliler şöyle şöyle yapıyor" gibi genelleme izlenimi verme tehlikesi taşıyan kimi öznel çıkarsamalardan oluşuyor. Anlatacaklarımda, kulağa genelleme ya da kesin saptama gibi gelebilecek ifadeler olursa, kastın bu olmadığı, anlatılanların öznel düşüncelerden ibaret olduğu akılda tutulmalı.
Daha önceki iki günlükte Çin'in başkenti Beijing'in etkileyici gelişmesi ve kentteki yaşam hakkında bazı gözlemler aktarmaya çalışmıştım. Tabii bunu yaparken, kentin gelişmesini, ülkemizdeki büyük kentlerle kıyaslamadan edemedim. Planlı bir gelişmenin ürünü olan bu harika kent bana, eğer ülkemizdeki Cumhuriyet Devrimi kesintiye uğratılmasaydı, bizim de neleri başarabileceğimizi düşündürdü. Bu günlükte ise Çinlileri anlatmak istiyorum. Bunu yaparken de kuşkusuz bazı kıyaslamalardan kendimi alamayacağım.
Çinlileri anlatırken aktarmak istediğim ilk gözlem, burada toplumsal ilişkilere hâkim olan barışçı hava. Çin'de yaşadığım süre boyunca kavga edenlere kendim hiç tanık olmadım. İtişen kakışan, birbirine ters ters, nefretle bakan, öfkeyle burnundan soluyan, ufacık bir gerekçeyle parlayıp küfürleşen hatta yumruk yumruğa dövüşen insanlardan oluşmuyor Çin toplumu. Kendim yolda kavga eden insan görmediğim için, kuşkusuz bu, Çin'de böyle olayların olmadığı anlamına gelmiyor. Nitekim yargısına güvendiğim Çinli bir dostuma sorduğumda, gülerek "Olmaz mı? Burada da oluyor bu türden şeyler" dedi. Dilimizi, şivesinden Türk olarak doğmadığı anlaşılmayacak kadar iyi konuşan dostum, Türkiye'yi de adeta bizden biri kadar yakından tanıyor. Dolayısıyla ne sorduğumu çok iyi anladı. Uzun yılıllar Türkiye dışında yaşadığım için, ülkeme her gidişimde, sanki havada asılı duran bir sis gibi toplumdaki ilişkilere hâkim olan bir hava dikkatimi çeker. Bu bir şiddet havasıdır. Havaalanından çıkıp taksiye binmek istediğiniz anda taksicilerin kavgasını görürsünüz. Günlük yaşama karıştığınızda trafiğe korkunç bir şiddet hakimdir. Otobüse binen insanlar, kuyrukta bekleyen insanlar öfke içindedir. Hep birbirleriyle itişen, hırlaşan, kavga eden insanlara tanık olurum. Çocukluğumdan da hatırlarım, kim kime ne kadar çok şiddet uygulama potansiyeline sahipse o kadar yüksek prestije sahip olurdu. Büyüyüp belli bir yaşa geldikten sonra, yetişkinler arasında da aynı ilişki türünün geçerli olduğunu görmek insanı gerçekten üzüyor. Türk toplumunun geçmişinden getirdiği pekçok olumlu özelliği hâlâ koruduğunu görmezden geldiğim sanılmamalı. Bunları da görüyorum. Ama pekçok olumlu özelliğimiz ufalanıp gitti. Belki abartıyorum ama, Türkiye'ye gittiğimde bende, saygılı, sevgili, birbirine karşı sorumluluk duyan insanlardan oluşan bir toplum olduğumuz duygusu uyanmıyor. Ürkütücü şiddet havası da buna katkıda bulunuyor. Ülkemizin emperyalizmle girdiği bağımlılık ilişkisinin değerler sistemini çökerttiğini tekrarlayarak herkesin bildiği genel geçerli sözler edecek değilim. Bunları, Çin toplumu ile Türk toplumu arasında bazı kıyaslamalara arka plan oluşturması için anlatıyorum.
Evet, ben görmesem de burada da asayiş vak'aları oluyormuş. Ama günlük yaşamda insanlar arası ilişkiler şiddete dayalı değil. Türkiye'de biri kuyrukta önünüze geçse, itiraz ettiğinizde dayak yeyip yemeyeceğinizi düşünmek zorundasınız. Yetişkin yaşamının çok büyük bölümünü Türkiye dışında geçirmiş biri olarak bu düşünce en azından benim aklıma geliyor. Burada ise günlük hayat böyle yaşanmıyor. İnsanlar arasında daha ölçülü, daha saygılı ve dayak yeme korkusunun olmadığı bir ilişki tarzı var.
Oysa Çin toplumu da geçmişinde şiddetin hâkim olduğu bir toplumdu. Çin tarihinde, uzun dönemler boyunca birbiriyle savaşan devletler arasında birçok korkunç savaşlar yaşandı. 1911 yılına kadar imparatorluk yönetimi vardı. Zulüm insan yaşamında en önemli etkenlerden biriydi. Adatelesizliğe karşı isyanlar, bu isyanların bastırılışı hep korkunç şiddet dalgalarıyla olurdu. Daha sonra Japon işgali muazzam bir şiddet dönemi oldu. İç Savaş da şiddetsiz geçmedi. Yani Çin halk Cumhuriyeti'nin kurulduğu 1 Ekim 1949'a kadar bu ülke belki de şiddetten nasibini en fazla alan yerlerden biriydi. Üstüne üstlük açlık ve sefalet de apayrı bir şiddet türüydü. Açlık ve safaletin insanların birbirine karşı davranışını ne derecede etkilediğini ise, kendisi yaşamamış olsa bile kitaplardan veya filmlerden de olsa herkes bilir.
Kısacası Çin toplumu, yeni yaşamına başladığında şiddet açısından 29 Ekim 1923 Türkiye'sinden çok daha vahim bir durumdaydı. Bizim ülkemizde genç Cumhuriyet birbirine saygılı, sevgili, birbirinden sorumlu insanlardan oluşan, uyumlu bir toplum kurmayı hedeflemişti. İnsanlara ülkesine ve halkına karşı sorumluluk duygusu aşılanıyordu. Bununla ilgili duygulandırıcı öyküler bugün kitaplarda hâlâ okunabilir. Yurtdışında okumaya gönderilen gençlere, bulunduğu ülkede astronomik maaşlar teklif edildiği hâlde orada kalmayıp Türkiye'nin ücra bir köşesinde hizmet vermeyi tercih ettiğine ilişkin pekçok örnek vardır. Bu yurtseverlik, ülkesine ve halkına bağlılık duygusu Cumhuriyet yönetiminin gençlere kazandırdığı bir erdemdi. Cumhuriyetin "Sınıfsız, zümresiz kaynaşmış bir kitleyiz" sözünde ifadesini bulan anlayış, daha sonraki dönemlerde belki de kasten yanlış anlaşıldı ve "Sınıfların varlığını reddederek sosyolojik bir çarpıtma yapıyor" diye eleştirildi. Oysa burada varılması istenen hedefe işaret ediliyordu. Sınıfların gerçekten de Batılı ülkelerdeki gibi keskin çizgilerle belirginleşmemiş olması gerçeği bir yana, bir uyum toplumunun kurulması özlemi yansıtılıyordu.
Bugün Çin yönetimi de ülkeyi "uyumlu toplum kurma" hedefine yöneltmeyi amaçlayan çalışmalar yapıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu sadece ütopik bir hedef değil, maddi temelleri artık hazır olan bir amaç. Çin Devrimi'nin attığı sağlam temel üzerinde, 30 yıl önce yapılan atılımla, burası bugün artık "kalkınmakta olan ülke" nitelemesini geride bırakmak üzere. Çinliler yabancıları hep tevazuyla "Beijing ve Shanghai gibi gelişmiş kentlere bakarak karar vermeyin, biz hâlâ kalkınmakta olan bir ülkeyiz" diye uyarır. Ben bu iki kentten başka, ülkenin en geri kalmış yörelerinden biri sayılan bir eyaleti de gördüm. Buralara yol, su, elektrik, telefon gibi hizmetler bir yana, artık fiberoptik iletişim karayolu dahi götürülüyor. En geri kalmış eyaletteki köyleri Türkiye'de bir yerle kıyaslayacak olursam, Türkiye'nin en gelişmiş yerleri sayılan batı bölgelerimizin köyleriyle, örneğin Bursa köyleriyle kıyaslamam gerekir. Ama karşılaştırmada Bursa köyleri daha geride kalır.
Yani "çağdaş yaşam" denen yeni yaşama ritmi burada da var. Türkiye'de çağdaş yaşam denen şey insanlar arası ilişkilerde itiş kakışa, huzursuzluk ve strese, hatta şiddet ve korkuya neden olurken, burada niçin yaşam daha rahat ve sakin bir tempoyla akıyor?
Türkiye'de boş zaman değerlendirmek için insanların ne yaptığına bakmak istersek, gözlem yapmak için gidilecek yerlerin başına kahvehane dediğimiz sağlıksız toplanma yerlerini koymamız gerekir. Ardından meyhane, birahane gibi, gene aynı zaman değerelendirme anlayışının ürünü olan mekân türevlerine bakılmalı. Buralara gitmeyip başka şey yapacak olanlar da, artık cep telefonlarının da yaşamın ayrılmaz parçası olmasının getirdiği katkıyla, biraraya gelip birşeyler yapıyor. Yani insanlar boş zaman değerlendirmesini aynı yerde toplanarak yapıyor. Tabii ki insanların biraraya gelmesinde yanlış birşey yok. İyi bir amaçla yapıldığında olumlu da. Ama benim kastettiğim, insanların boş zaman değerlendirmek için devamlı olarak birbirlerine muhtaç olması. Örneğin yalnız kalıp kitap okumak, çok çok küçük bir azınlığın dışında hiç yapılmayan birşey. Uzun doğa yürüyüşlerine çıkmak da yapılmıyor diyeceğim, ama bunun yapılabileceği doğa parçalarının artık kalmadığı söylenecektir. Fakat sonuçta insanların kendi kendilerinin eşliğinde birşeyler yapıp zamanını değerlendirmesi Türkiye'de olmayan bir alışkanlık. İnsanlar zamanlarını geçirmek için başkalarına muhtaç olduğunu hissediyor. Hiç yalnız kalamayan insanlar var.
Çin'de bizdeki gibi kahvehaneler olup olmadığını bilmiyorum. Kendim görmedim. En azından bizdeki kadar yaygın olsaydı görürdüm. Ama parklar, bahçeler, toplu etkinlik yapanlar kadar tek başına zamanını değerlendiren insanlarla da dolu. Onlarca, yüzlerce insan parklarda bir araya gelip çeşitli geleneksel beden etkinlikleri yapıyor. Şarkılar söylüyor. Dans ediyor. Bunlardan bazıları gerçekten etkileyici, hatta duygulandırıcı sahneler oluşturuyor. İnsanların biraraya gelmesi kahvehanelerde saçma oyunlar oynayıp dedikodu yaparak değil, işte böyle güzel oluyor.
Yalnız olarak da zamanını değerlendirenleri görüyorsunuz. Tek başına, eline fırçasını ve su kabını almış, suya batırdığı fırçasını kullanarak zemine geleneksel Çin kaligrafisiyle bir metni yazan insanlar görüyorsunuz. Su birazdan kuruyup uçacak.... "Bu zahmete neden giriyor bu insan?" diye merak ediyorsunuz. Ama yüzüne baktığınızda, neden yaptığını anlıyorsunuz. Kendini yaptığı işe vermiş, derin bir konsantrasyon içinde, yoğun bir huzur yaşıyor amatör kaligraf. Yazdığı varsın uçsun... O, meditatif bir ruh hali içinde, derin bir içsel güzellik yaşıyor.
Keza, yaşını başını almış kadınlı erkekli insanların parklarda uçurtma uçurduğunu görüyorsunuz. Bizde artık o da kalmadı ya, eskiden çocuklar uçurtma uçururdu. Uçurtma uçurmak hâlâ çocukça bir iş olarak görülür. Rengârenk, her şekilden, her boydan ve her türden uçurtma uçuran insanların yüzünde de aynı huzur var. Ben de çocukluk heveslerimin içimde kalmasından mıdır nedir, yaşadığım yere yakın parktaki uçurtmacılar arasına katıldım. Artık uzaktan da olsa selamlaştığımız uçurtmacı arkadaşlarım var. Gerçekten de son derece etkili bir zihinsel huzur sağlıyor.
Yine insanların yaptığını gördüğüm ve bizde çocukça sayılan işlerden biri de topaç çevirmek. Topaçların değişik türleri var. Bizdeki gibi ipe sarılıp atılarak döndürülen de var, bir kamçıyla vurulup çevrileni de, iki ucundan birer çubuğa bağlanarak havada çevirileni de... Bu en sonuncusunun çıkardığı özel bir ses de var. Amaç topacı yere düşürmeden ip üzerinde uzun süre oynatmak.
Başka bir köşede tek başına klasik bir Çin metnini okuyan birini görebilirsiniz. Uzak bir yerde tek başına bir takım hareketler yapan, ama yanına yaklaştığınızda bir şiir okuyan biri de gözünüze çarpabilir. Bir ağacın altında durup enstrümanını çalan insanlara da rastlayabilirsiniz. Ya da üçbeş kişi bir araya gelmiş satranç oynuyordur.
Bütün bu insanların yüzüne baktığınızda derin bir huzur duygusu yaşadıkları hissine kapılıyorsunuz. İşte o zaman hayranlıkla birlikte bir gıpta hissine kapılıyorum. Bizim insanlarımız neden bu huzuru yaşamıyor? Neden boş zamanlarını kendi ruhlarını yenileyebilecek etkinliklere ayırmayıp ruh tüketen işlere yöneliyor?
Bunun belki bir cevabı vardır. Benim de kendimce yapabildiğim açıklamalar var. Ama bu gözlemleri toplumsal psikoloji tahlilleri yapmak için anlatmadığım gibi, o işi yapacak donanımdan da yoksunum. Zaten, işin o yönünü değerli bilim adamlarımıza bırakmak en iyisi. Ben tekrar gıpta duyguma döneyim: Bugün Çin asayiş olaylarının hiç olmadığı bir yer değil, ama insanlar arası ilişkiler şiddetten arınmış, uyumlu toplum kurma hedefine ilerleyen bir ülke burası. Bunun maddi zemini, Çin Devriminin attığı temel üzerinde 30 yııldır sürdürülen muazzam atılımla sağlandı. Bizim ülkemizde de Cumhuriyet Devrimi aynı başlangıcı Çin'den 26 yıl önce yaptı, fakat devrimimiz kesintiye uğradı. Daha önce Devrimimiz kesintiye uğramasaydı ve yeni bir atılım yapılabilseydi kentlerimizin ne hâle gelebileceğini anlatmaya çalışmıştım. Bu günlüğümü, Devrimimiz kesintiye uğratılmayıp yeni bir atılım yaptırılabilseydi, insanlarımızın yüzünde nasıl bir mutluluk ifadesi görebileceğimizi Çin'de anladığımı belirterek bitiriyorum.
© China Radio International.CRI. All Rights Reserved. 16A Shijingshan Road, Beijing, China. 100040 |