|
|||||||||||||||||||||
|
Bugün sizlere, ilk olarak geçen bölümde unuttuğum, geleneksel Çin yılbaşı ile ilgili bir geleneği, ikinci olarak da Çin'e ilk geldiğim zamanlarda benim için çok önemli olan bir olayı ve bununla ilgili olarak iki yeri anlatacağım.
Çin'in ay yılına göre kutladığı yılbaşından geçen programda uzun uzun bahsetmiştik. Geleneksel olarak kutlanan yılbaşlarında, yeni yıla girilen akşam tüm aile toplanıyor ve yeni yılı hep birlikte evde karşılıyordu. Yeni yıla girildikten hemen sonra ise, tüm ailenin uyuladığı bir alışkanlık, belki de bir oyun var. Çinlilerin "jiao zi" denen, kendilerine özgü mantıları var. Eski programlarından birinde bahsetmiştim. Türklerdeki gibi küçük değil, kocaman, bir taneyi bir lokmada, hatta bazen iki lokmada yiyebileceğiniz büyüklükte. İç malzemesi ise bizdeki gibi sadece kıyma değil, envai çeşit : havuç, sebze, ot, domuz eti, dana eti, karides, vs. Bizdeki sos olan salça ve sarımsaklı yoğurdun da yerini Çinlilerde sirke ve soya sosu almış, bu sosa batırılarak yeniyor. Bir yıl içinde birçok festivalde jiao zi yeme geleneği var, fakat yeni yılda, uyumadan, yeni yılın ilk saatlerinde ve sabaha karşı yenen bu jiao zinin bir özelliği var. Yapılan bütün jiao zilardan üç tanesi özel. Bu üç taneden birinin içine en küçük boy madeni para, birinin içine bizdeki Antep fıstığına benzer çiğ fıstık, birinin içine de bizdeki akide şekerine benzer, kolay erimeyen bir şeker konuyor. Dış görünüş aynı olacak şekilde kapatılıyor ve karıştırılarak pişiriliyor. Yemek hazırlandıktan sonra kimse, bu üç özel mantının hangileri olduğunu bilmiyor, herkes yavaşça ve seçerek yemeye başlıyor. Kimin ağzına para olan mantı gelirse, o kişinin yeni yılda çok zengin olacağına, bol bol para yüzü göreceğine, kimin ağzına fıstık gelirse o fıstığın o kişiye mutluluk getireceğine ve yıl boyu mutlu olacağına, kimin ağzına şeker gelirse de yeni yılda o kişinin hayatında çok tatlı, yüzünü güldürecek şeyler olduğuna inanılıyor. Geleneksel yeni yıl, yani "chun jie"nin ilk gecesine has olan bu alışkanlık ve oyunu sizlerle paylaşmak istedim. Şimdi gelelim benim için önemli olan şeye.
Çin'e ilk geldiğim zaman, hatta daha gelmemden birkaç gün öncesinden itibaren bana büyük dert olan, ne yapacağımı, nasıl halledeceğimi düşündüğüm en büyük sorunlarımdan biri piyanoydu. İstanbul'da teyzemin evine koyup ona emanet ettiğim ve Çin'e gelmeden önce son kez Chopin ve Schubert çalarken ağladığım büyük aşkım. En mutlu olduğum zamanda da, en kızgın ya da hüzünlü olduğum zamanda da duygularımı paylaştığım, hissettiklerimi ifade etme yolum olan tutkum. Ne işim olursa olsun, ne kadar meşgul olursam olayım, evde olduğum her gün en az 1.5 saatimi birlikte geçirdiğim hayat arkadaşım. Benim için bir "cihaz"dan çok daha fazlaydı. Ve Çin'e gidince ikamesini ne zaman bulabileceğimi, hatta bulabilip bulamayacağımı bilmiyordum.
Neyse sonunda geldim. Çin'e yeni gelen Türk gençler, sanırım ilk 3-4 ay, belki 6. aya kadar, hep yeni Türklerle tanışma hevesi içindedir. Hani yabancı bir memleketteyiz, kimin ne zaman neye ihtiyacı olacağı belli olmaz, çevre ne kadar geniş olursa o kadar avantaj diye, bir Türk sesi duyunca hemen gider tanışır, bir etkinlik olursa mutlaka katılır, yemekler düzenlenir filan... İşte o yoğun "Türk çevresi edinme" döneminde, Bahar isminde bir arkadaşla tanıştım. Bahar'la bir sohbet arasında benim piyano çaldığımın, Çin'de de çalacak bir yer bulmak istediğimin sözü geçti. Bundan belki haftalar sonra, Bahar beni Hasan isminde bir arkadaşıyla tanıştırdı. Tanışıp kısa bir süre sohbet ettikten sonra Hasan bana, "Piyano çalıyormuşsun öyle mi?" dedi. Onayladım.Klasik müzik seven biri olduğunu ve o yüzden ilgilendiğini düşündüm. Bana aniden "Vaktin olduğu bir zaman seni bir yere götüreceğim, piyano var, istersen gidip çalabilirsin, belki seversin" şeklinde bir öneri yaptı. Onun için, gayet sık gittiği bir yere beni de götürmek belki sıradan bir şeydi, fakat benim için nasıl bir iyilik yaptığının farkında değildi. Ben bunu duyunca çölde su bulmuş bir kişi gibi teşekkür ederek "Senin ne zaman vaktin varsa benim o zaman vaktim var" dedim. "Ben 2 saat sonra gideceğim" dedi. Ben de o günkü bütün planlarımı iptal ettim ve "Ben de 2 saat sonra boşum" dedim. O iki saat içinde yurda gitmesi, bir arkadaşıyla buluşması gerekiyordu. Ayrıldık. Hayatımın en uzun 2 saatlerinden biriydi sanırım. Neyse, sonunda tekrar buluştuk ve gittik. Hasan Çin'e benimle aynı zamanda gelmiş olmasına rağmen Çincesi benden çok iyiydi; çünkü Türkiye'de Çince eğitimi almıştı. Kapıda biraz konuştuktan sonra içeri girdik. Girdiğimiz yer Zhang Bei isimli bir spor salonuydu. Ben ilk defa gittiğim için, oranın kuralları gereği, bir görevli bana orayı tanıtmak için eşlik etmeye başladı. Benim spor salonuna gidip spor yapmak gibi bir alışkanlığım olmadığı için "Çok güzel bir yer" gibi bir yorum yaparsam son derece sübjektif olacaktır; cihazlar, temizlik, hijyen, hocalar filan iyi görünüyordu, ama benim tamamen kendi fikrim. Koşu bantları, ağırlık cihazları, duş, soyunma odaları, yüzme havuzu, pinpon masaları derken orada duran piyanoyu gördüm. O zamanlar Çin'de daha yeniydim, ne piyanonun nasıl söyleneceğini biliyordum, ne de çalmak fiilinin. O durumda tek kullanabileceğim şey "Biraz bekle" cümlesiydi. Biraz saygısızlık olmuş olabilir belki, ama o an umurumda değildi. Görevliye "Biraz bekle" dedikten sonra piyanonun başına oturdum ve günlerdir aç birinin, önüne bir anda konan birçok çeşit yemeğe saldırması gibi bir coşkuyla çalmaya başladım. Ben gittikten sonra sanırım Hasan görevliye durumu anlatmış olacak ki görevli "Tamam" diyerek gitti. Roman Polanski'nin "Piyanist" isimli filmini izleyenler hatırlar sanırım: Varşova radyosunda çalışan Yahudi bir piyanist olan Szpilman, İkinci Dünya Savaşı sırasında çok zorlu bir kaçış ve hayatta kalma mücadelesine girer. Saklandığı evlerden bir tanesinde piyano vardır, fakat ses çıkarırsa kendini ele vereceği için çalamaz. Yan komşunun evinden gelen piyano sesleri ondaki bu arzuyu daha da kamçılar Piyanonun başına oturur ve tuşlara dokunmadan gözlerini kapatarak çaldığını hayal eder. Sonra savaş bitmeye yakınken, saklandığı başka bir evde, bir Alman subay tarafından basılır. Hayatının sonuna geldiğini, başaramadığını düşünmektedir artık... Aylardır binbir güçlükle süren kaçış, bir Alman subayın kendisini bulmasıyla noktalanmıştır. Subay Szilpman'a ne iş yaptığını sorar, "Piyanisttim" cevabını alır. Son derece zayıf, bakımsız, saçı sakalı birbirine karışmış, hasta birinin bir piyanist olabileceğine pek inanmış gözükmez subay ve ona "Benimle gel" der. Onu, çok güzel ve eski bir konser piyanosunun olduğu büyük bir odaya götürür ve çalmasını ister. O an piyanist, içinde yaşadığı anı, ölüm korkusunu, her şeyi unutarak, Chopin'in 9.5 dakika süren ünlü sol minör baladını çalmaya başlar ve büyük bir coşku içinde bitirir. Alman subay onun çalışından ve coşkusundan inanılmaz ölçüde etkilenir ve öldürmek yerine yardım edip hayatını kurtarır. Dışarıda bekleyen diğer askerlere içeride kimsenin olmadığını söyler.... Ben o spor salonunda piyanoyu ilk defa çalışımı sonradan düşündüğüm zaman hep o filmin o sahnesi gelir gözümün önüne. Görevliyi, orada bulunan diğer kişileri, beni beklemekte olan sevgili Hasan'ı tamamen unutarak, sanırım bir solukta 45 dakika kadar çaldım. Bitirdiğimde etrafımda birçok kişi toplanmış beni izliyordu. Sonra kendime geldim, biraz mahçup oldum. Hemen Hasan'ın yanına gittim, özür diledim. "Bu kadar sevdiğini ve böyle çalabildiğini bilmiyordum, teşekkür ederim" dedi, bense "Esas ben teşekkür ederim" dedim. Hemen görevliyi çağırdık, üyelik koşullarını öğrendik. Ben ısrarla Hasan'dan birkaç kere, istediğim zaman gelip piyanoyu çalabileceğimin onayını almasını istedim. Görevli hepsine "Evet, tabii ki" dedi. Sonra çıktık, Hasan'a çok teşekkür ettim. Bahadır da o sıralar spora başlamayı düşünüyordu ve spor salonu arıyordu. Ona bu yeri anlattım, ertesi gün gidip birlikte üye olduk. Bahadır düzenli olarak gelip spor yaptı. Ben de özlediğim zaman, canım istediği zaman geldim. Bir defa bile spor aletlerine dokunmadım, bir defa bile yüzmedim. Sanırım 2 defa pinpon oynadım, onun haricinde 4 kilometrelik yolu sadece piyano çalmak için geliyordum. Artık oradaki herkesle ahbap olmuştum, görevliler de artık beni tanıyordu ve oraya sadece piyano için gelişimi garipsemiyorlardı. Benim sevgimi ve duygularımı anladıklarını sanmıyorum, ama en azından alışmışlardı. Böyle bir yer bulmak beni çok mutlu etmişti. En azından artık, istediğim zaman gidip piyano çalabileceğim bir yer vardı.
Bu spor salonunun saltanatı, 6-7 ay sonra bir arkadaşla, gürültülü müzik olmayan, oturup kahve içip sohbet edebileceğimiz sessiz ve sakin bir "kafe" ararken şans eseri bir başka yer keşfedene kadar sürdü. Burası daha sıcak bir ortamdı. Piyanoyu gördüğümde çok şaşırmış ve mutlu olmuştum. Garsona "Çalabilir miyim?" diye biraz çekinerek sordum, çünkü "Evet!" diyeceğinden tam emin değildim. Eğer belli zamanlarda piyano ile canlı müzik yapılan bir yerse, bir yabancının gelip de piyanoyu çalmasına izin vermemeleri normaldi. Aldığım tatlı bir gülümseme ve "Elbette" yanıtı beni çok mutlu etti. Tam bir kafeydi. Piyano çok güzel değildi, ama idare ederdi. Normal olarak CD'den bazen pop, bazen caz tarzında hafif sesli müzik çalınırdı. Fakat birisi piyanonun başına oturduğu zaman, eğer kişinin niyeti sadece tuşlara basmak değil de gerçekten bir şeyler çalmaksa, çalmakta olan müziği durduruyorlardı piyano için. Ben bir süre çalıp bitirdikten sonra oradaki müşterilerden ve garsonlardan alkış almak beni çok mutlu etti. Sonrasında birçok defa daha gittim oraya; çaldım. Türk arkadaşlarla birlikte gittik, hatta benimle birlikte arkadaşım olan bir çift gittiği zaman onlara Love Story ya da Autumn Leaves çalmak da büyük zevk... Artık oradaki garsonlarla da arkadaşız. Gittiğim zaman bana, piyanonun olduğu tarafta yer gösteriyorlar. Wudaokou bölgesindeki bu kafenin saltanatı halen devam ediyor.
Evet sevgili dinleyiciler, bir programımızın daha sonuna geldik. Çincesini öğreneceğimiz kelimelerle bu hafta da programımızı noktalayalım. Piyano, gang(1) qin(2). Çalmak, tan(2). Yani piyano çalmak, tan(2) gang(1) qin(2). Çin mantısı, jiao(3) zi(5). Mantının içine konan bozuk para ying(4) bi(4). Bizdeki Antep fıstığının Çin versiyonu ise kai(1) xin(1) guo(3). Kai(1) xin(1) mutlu, neşeli demek. Guo(3) ise meyve demek, yani mutluluk meyvesi. Mantının içine konan şeker ise tang(2).
Bir sonraki programda tekrar buluncaya dek, hepiniz esen kalın sevgili dinleyiciler.
© China Radio International.CRI. All Rights Reserved. 16A Shijingshan Road, Beijing, China. 100040 |