|
|||||||||||||||||||||
|
Sami Kohen
Milliyet 12.12.2007
MESELE sadece bir-iki sözcüğün bizleri rahatsız edecek şekilde kullanılmasından veya kullanılmamasından ibaret değil.
AB dışişleri bakanlarının oluşturduğu Konsey'in yayımladığı sonuç bildirgesinin Türkiye bölümünde, "katılım müzakereleri" yerine "hükümetlerarası konferans" ifadesinin kullanılması ve Türkiye'nin "müzakerelerin amacının üyelik olduğu" hususuna doğrudan değinilmekten kaçınılması, retoriğin ötesinde bir tavır değişikliği sergilediği için, çok önemlidir.
Diplomatlar, bu "kelime cambazlığı"nın pratikte fazla bir şey değiştirmediğini söyleyebilirler. Ama gerçekte bu AB'nin, Türkiye'nin üyeliği konusunda geri bir adım attığını açıkça ortaya koyuyor.
Eğer bu metin, bu cuma günü, AB zirvesinde de aynen benimsenecekse, -ki bu olasılık yüksek- bunun "anlam ve önemini" küçümseme çabası, hiç inandırıcı olmayacaktır.
Kararın anlamı
Konsey'den çıkan şekliyle, sonuç bildirgesindeki ifadelerin anlamı şudur:
• Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olduğunu her fırsatta ortaya koyan Sarkozy Fransa'sı, bu kez "katılım müzakereleri" ve "üyelik amacı" gibi terimlerin, metinde yer almasını engellemekle, diğer 26 üye ülkeyi de peşinden sürüklemiştir. Aslında Türkiye'nin üyeliğinden yana olan İngiltere, İspanya, İtalya, İsveç gibi ülkeler de, sonunda (sözde bir uzlaşmayla) Fransa'ya uymuştur.
• AB, 1999 Helsinki zirvesinde, Türkiye'nin tam üyeliği perspektifini benimsemiş, müzakerelerin bu yönde ilerlemesi konusunda da taahhüde girmiştir. Şimdi bu sözcüğü kullanmaktan çekinmekle, bu taahhüdünü yerine getirmekte pek kararlı olmadığını ortaya koyuyor.
• Fransa, Almanya, Avusturya gibi Türkiye'nin tam üyeliğine karşı olan ve ona başka statüler vermek isteyen ülkeler, bu bildirgeyle, kendi kamuoylarını tatmin ettikleri nispette -veya daha fazla- Türk kamuoyunu AB'den daha da soğutacağını herhalde biliyorlar. Bu tavırları, açıkçası "belki de amaçları bu şekilde Türkiye'yi AB'den uzaklaştırmaktır" tarzındaki izlenimi güçlendirecektir.
Nereye kadar?
Türkiye'nin AB'nin aldığı bu yeni tavır karşısında suskun veya hareketsiz kalmaması gerek.
Bu, bir onur meselesinin de ötesinde, ilişkilerin geleceğini belirleyecek bir prensip meselesidir.
Eğer AB ile zaten aksak giden müzakerelerin niteliği ve hedefi "katılım" ve "tam üyelik" unsurundan yoksun kalınacaksa, bu süreç bizi nereye götürür?
Türk diplomasisi gelinen noktada, AB Konseyi'nin aldığı tavra gereken karşılığı vermek durumundadır. Hem de hiç vakit kaybetmeden...
Cuma günü bir araya gelecek olan 27'lerin liderleri, Türkiye'nin bu şartlarla göstermelik "fasıl açma-kapama" egzersizini sürdürmek istemediğini açıkça anlamalıdır... Anlamalıdır ki, bu metni tekrar gözden geçirip yapılan hatayı düzeltmeye çalışsın!..
Hani söz vermişlerdi?
AB Konseyi'nin sonuç bildirgesinde, Türkiye'nin reformlar dahil çeşitli konularda yerine getirmesi gereken taahhütler hatırlatılıyor.
Biz de, AB'ye onun yerine getirmesi gereken sözlerini ve angajmanlarını bir hatırlatsak!
Dün İKV (İktisadi Kalkınma Vakfı), düzenlediği bir brifingde bu yönde -uzunca bir liste çıkararak- bir çalışma yaptığını açıkladı. Bu rapor, Türkiye-AB ilişkilerinin "ilerlememe"sinde AB'nin de büyük sorumluluğu olduğunu ortaya koyuyor. Konsey'in şimdi attığı geri adım, herhalde bunun son örneği olarak kayda geçecektir...
Adres AB mi, Fransa mı?
Sami Kohen 13.12.2007 Milliyet
AB dışişleri bakanlarının Türkiye'nin üyelik perspektifine gölge düşüren kararına Ankara oldukça cılız bir tepki gösterdi. Buna karşılık, AB vizyonuna bağlı TÜSİAD, İKV gibi çevreler, gereken karşılığı vermekte gecikmediler.
Yarın AB zirvesinin onayına sunulacak olan bu karar karşısında Türkiye'nin ne yapması gerektiği, şu anda tartışma konusudur.
Tartışmalar bir dizi soruyu gündeme getiriyor:
• AB dışişleri bakanlarının tavrı (örneğin müzakere sürecinin "katılım" ve "tam üyelik" amacına yönelik olduğu hususuna değinilmemesi gibi) ne kadar ciddiye alınmalı? Bu, AB üyeliğine giden "uzun ve ince yol"da aşılabilecek önemsiz bir olay mı, yoksa müzakerelerin seyrini ve nihai hedefini değiştirebilecek bir engel mi?
• Bu olasılıklara göre, Türkiye nasıl bir tepki göstermeli? Bu karşılığın adresi AB mi, yoksa Fransa mı olmalı?
• AB hedef alınacaksa, nasıl bir strateji belirlemeli? Örneğin, müzakere sürecine bir "ara" verilebilir mi?
• Fransa hedef alınacaksa, Sarkozy hükümetini etkileyecek ne gibi adımlar atılabilir? Örneğin, ekonomik ve askeri alanda bazı "yaptırımlar" uygulanabilir mi?
Ankara'nın açmazı
Hafta başında AB'nin sergilediği tavra biz basit bir "kelime oyunu" olarak bakmıyoruz. Tabii ki, müzakere sürecine, "katılım" ve "tam üyelik" gibi sözcükler kullanılmadan da devam edilebilir. Ama Türkiye'nin üyeliğine karşı olan ülkeler, bu "göstermelik" müzakere sürecini istedikleri gibi yönlendirecek, her fırsatta Türkiye'nin önüne yeni engeller getireceklerdir. Bu aşamada AB üyelerine Türkiye'nin üyeliği konusunda giriştikleri taahhütleri yerine getirmek zorunda kaldıkları hatırlatılmalıdır.
Bu kararın alınmasında Sarkozy Fransa'sının birinci derecede sorumlu olduğu malum. Almanya gibi, Türkiye'nin üyeliğine karşı olan başka ülkelerin Fransızların yanında yer almasına şaşılmaz; ama Ankara'ya destek veren başta İngiltere olmak üzere diğer üyelerin -başka konuları da içeren bir "al-ver" pazarlığı sonunda- Sarkozy'nin istediğini yerine getirmesi kaygı vericidir.
Bu durumda, AB'ye karşı topyekûn bir tavır mı alınmalıdır? Bütün mesele bu tavrın neleri içereceğidir. Bu tavrın, Türkiye'ye arka çıkan (ve sayısı az olmayan) ülkeleri de bizden uzaklaştırmaması önemlidir. İşte asıl zorluk (veya Ankara'nın karşılaştığı açmaz da) budur.
Akla gelen seçeneklerden biri de, AB ile müzakerelere bir "ara" vermektir. Böyle bir "time-out" ne sonuç verir? Bunun süresi ne olur? Sürenin sonunda ilişkiler büsbütün donmaz mı? Bu olasılıkları da ciddi olarak düşünmek lazım.
Ne yapılabilir?
AB'nin son dönemde Türkiye'yi rahatsız eden davranışlarında başı çeken Fransa olduğuna göre, Ankara'nın vereceği karşılığın esas adresi Paris'tir. Sarkozy'nin bu tutumunu değiştirmesi için ne yapmalı? Daha doğrusu Sarkozy değişir mi?
Bundan Fransız analistleri dahi emin değiller. Hafta başında görüştüğümüz eski bir Fransız diplomatı Sarkozy'nin kendine özgü bazı görüş ve inançları olmakla beraber, pragmatik bir politikacı olduğunu söyledi. Ama ona göre, "Sarko"nun Türkiye konusunda fikrini değiştirmesi için zamana ihtiyaç var... Ama doğrusu Türkiye'nin o kadar bekleyecek sabrı yok!
Fransa'yı "yola getirmek" için başvurulacak önlem ve yöntemlerin de iyi seçilmesi gerek. Bize de büyük zarar verebilecek veya pratikte sonuç vermeyecek olan "yaptırımlar"a fazla bel bağlanamaz.
Ama gene de Türkiye'nin karşılık vermek için üretebileceği stratejiler vardır. Bunları gündeme getirmek lazım. Bu arada Ankara'nın ilk adım olarak hareketsiz kalamayacağını inandırıcı bir şekilde göstermesi şart...
AB ile yeni ayar
Sami Kohen 14.12.2007 Milliyet
SON iki günkü yazılarımızda, AB dışişleri bakanlarının Türkiye ile "katılım müzakereleri" ve "tam üyelik hedefi" konusunda aldığı olumsuz tavrı irdelemeye çalıştık.
Hafta başında dışişleri bakanlarının kabul ettiği sonuç bildirgesi bugün Brüksel'de liderler düzeyindeki toplantıya sunulacak. Gelen haberler, bu metnin Türkiye bölümünün olduğu gibi onaylanacağı yönünde...
Doğrusu liderlerin, daha önce bakanların "al-ver" temelinde uzlaşarak formüle ettikleri sonuç bildirgesindeki (onlara göre "dengeli") ifadeler üzerinde oynayacak halleri yok. Özellikle AB anayasasının yerini alacak olan "Lizbon Antlaşması"nın imzalandığı bir aşamada...
Dolayısıyla bu yıl da, Türkiye-AB ilişkileri açısından, Türkiye'de düş kırıklığı yaratan, ama pratikte müzakere sürecinin devamına imkân veren bir şekilde sona eriyor.
2008'de bu sürecin daha müsait şartlarla devam edebileceği konusunda da iyimser olmak zor. Çünkü gelecek yılın ikinci bölümünde (hazirandan sonra), AB'nin dönem başkanlığına Fransa gelecek. Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin o zamana kadar Türkiye'nin AB üyeliğiyle ilgili tutumunda bir değişiklik olması ihtimali de zayıf görünüyor.
Hareketsiz dönem
Türkiye-AB ilişkilerinde varılan nokta ve hele son zamanlarda AB'nin Türkiye'de rahatsızlık yaratan davranışlarında Fransa'nın ve onun safında yer alan bazı üye ülkelerin büyük paye olduğunu dün de yazdık.
Ama kabul etmeli ki, bunda Türkiye'nin de bazı hataları ve yetersizlikleri de rol oynadı.
Gerçekten 2007, Türkiye'de AB'ye (sadece kamuoyunda değil resmi politikalarda da) ilginin, heyecanın ve hareketliliğin zayıfladığı bir yıl oldu. Sebepleri malum: İçte, seçimler, siyasal krizler, değişen öncelikler... Dışta, AB'nin ve özellikle Fransa, Almanya gibi ülkelerin Türkiye konusunda sergiledikleri tavır, yarattıkları düş kırıklıkları ve bazen öfke...
Nedenleri ne olursa olsun, gerçek şu ki, Türkiye pratikte AB'den adeta soğumuş ve uzaklaşmıştır. "AB motivasyonu"nun kaybolmasıyla birlikte, Türkiye'de özellikle temel siyasal reformlar konusundaki istek ve çaba zayıflamıştır. Bu arada ülkede yaygınlaşan milliyetçi ve dinci akımlar da, AB'ye karşı "itici" bir ortam yaratmıştır. Hükümet ve Meclis çevreleri de bunun etkisi altında kalmıştır...
Bu durum, AB içinde Türkiye'den yana olan ülkelerin şevkini zaman zaman kırmıştır. AB Komisyonu çeşitli vesilelerle Ankara'nın hareketsizliğinden şikâyet etmiştir. Tabii ki, AB ile müzakere sürecinin istenilen hızla gelişmemesinde Birliğin davranışlarının çok daha büyük payı var; ama Ankara'nın da beklenenleri yerine getirmediği açık...
Reform zamanı
Eğer işler rayına oturtulmak isteniyorsa, şimdi bu deneyimlerin ışığında yeni stratejiler geliştirmek gerek.
Sanıyoruz Türkiye'de işe, AB ile ilgili yeni bir kurumlaşmaya girişmekle -bu arada sırf AB ile meşgul olacak (üyelik sürecinde diğer birçok ülkenin yaptığı gibi) bir bakan atamakla- başlamak gerek.
Diğer önemli bir iş de, Türkiye'nin bu yılın başlarında planladığı kapsamlı uyum çalışmalarını -AB ile müzakerelerin dışında- sürdürmesidir. Hükümetin, Meclis'in ve diğer kurumların belirli bir takvime göre, 33 fasılda yer alan müktesebatı ve reformları hayata geçirmesi, onu AB karşısında daha inandırıcı ve güçlü kılacaktır.
Bu, Türkiye'ye "AB motivasyonu" (veya baskıları) olmadan da kendi inisiyatifiyle, çağdaşlaşma hedefine doğru hızla yol aldığını gösterecektir.
İşte "Reformları onlar istediği için değil, halkımızın yararına olduğu için istiyoruz" diyenlerin bunu kanıtlamaları için bir fırsat!
AB'nin yeni (baba) yasası
Sami Kohen 15.12.2007 Milliyet
PORTEKİZ başkentinde önceki gün AB üyesi ülkelerin liderlerinin imzaladığı "Lizbon Antlaşması"nın bizi doğrudan ilgilendiren bir yanı yok. Ama, bu antlaşmayla AB'nin kurumsal yapılanmasında meydana gelecek olan değişiklikleri yakından izlememiz gerekiyor. Bu hem Türkiye-AB ilişkilerinin seyri açısından, hem de bir gün üye olacaksak nasıl bir topluluğun içinde olacağımızı şimdiden bilmemiz bakımından önemli...
"Lizbon Antlaşması"nın Türkiye'yi ilgilendirebilecek bazı noktalarına değinmeden önce, bu olayın belli başlı özelliklerine bakalım:
Bu yılın başlarında 50'nci yaş gününü kutlayan AB, aslında bu zaman zarfında kurumsallaşma ve genişleme yolunda büyük mesafe kat etti. Yarım yüzyıl önce Monet, Schuman gibi "vizyoner"lerin ortak değerleri ve maddi olanakları paylaşan bir birlik kurma hayali önemli ölçüde gerçekleşti.
Ancak AB'nin, bir "Avrupa Birleşik Devletleri" olmayacağı, zaten bunun da egemen Avrupa ülkeleri tarafından da arzu edilmediği biliniyor. Bununla beraber, AB'nin daha entegre ve daha uyumlu bir birlik oluşturması, potansiyelini ve gücünü iyi kullanarak yarının belki birden fazla kutuplu dünyasında etkin yerini alması, birçok Avrupalı düşünür ve lider tarafından hedef gösterilmiştir.
Nasıl bir Avrupa?
Giscard d'Estaing'in çabalarıyla 2002 yılından itibaren girişilen "AB Anayasası" çalışmalarının amacı da, buydu. Ne var ki, çeşitli nedenlerden, bu anayasanın yaşama geçirilmesi mümkün olmadı. 2005'te Fransa'da ve Hollanda'da yapılan referandumlarda "Hayır" oyunun ağır basmasıyla, bu proje öldü.
Ama genelde daha birleşik bir Avrupa vizyonu ölmedi. Nitekim bu "anayasa"nın yerini alacak başka bir proje üzerinde çalışıldı. Ortaya çıkan belgeler demetine de -Portekiz başkentinde imzalandığı için- Lizbon Antlaşması ismi verildi.
Bu 250 sayfalık bir belge. AB uzmanları dahi içeriğini çok karışık ve anlaşılması zor buluyorlar!
Bu bir "anayasa" değil ama AB'nin temel (baba) yasası olarak kabul ediliyor.
Lizbon'daki törende konuşan AB Komisyonu Başkanı J. M. Barroso'nun deyişiyle, bu antlaşmayla "yaşlı kıtada yeni bir Avrupa doğuyor"...
Antlaşmanın gerçekten bu beklentileri gerçekleştirip gerçekleştirmeyeceğini zamanla göreceğiz. Ama bu arada önemli kurumsal değişiklikler de yer alıyor: Örneğin AB'nin artık 30 aylık bir dönem için seçilmiş bir başkanı, ayrıca dışişlerinden sorumlu bir yüksek temsilcisi olacak. Üyelerin ulusal yetkileri AB kurumlarına eskisinden daha fazla devredilecek, yani bazı alanlarda egemenlik daralacak.
Türkiye'yi nasıl etkiler?
Gelelim bizi ilgilendiren yönlerine:
Öngörülen yeni düzenin nasıl kurulacağını ve işleyeceğini görmeden kesin bir şey söylemek zor. Örneğin yeni başkanın Türkiye'yi ilgilendiren konularda (üyelik başta) nasıl bir tavır alacağı, bu koltuğa kimin oturacağına bağlı. Söylentilere göre şimdiden geçen isimler, Danimarka Başbakanı, Avusturya Şansölyesi, Lüksemburg Başbakanı. Türkiye açısından hiç de umut verici olmayan isimler...
Antlaşmada çok konuda çok madde var, ama genişleme konusuna bir atıf yok. Bu bizim açımızdan iyi mi kötü mü, zamanla ortaya çıkacak. Ama hiç olmazsa Türkiye'nin üyeliğiyle AB'nin "entegrasyon" ve "hazmetme" gibi kurumsal sorunları arasında ilinti kurmaya çalışanların öne sürdüğü bahaneler geçerliliğini kaybedecek...
© China Radio International.CRI. All Rights Reserved. 16A Shijingshan Road, Beijing, China. 100040 |