Hakkımızda | CRI  Hakkında | Eski Versiyonumuz
 
Türkler'den Çin'e Bakış | Ekonomi, Bilim ve Sağlık | Xinjiang | Çin Ansiklopedisi
Ana sayfa | Haber & Gündem | Kültür & Sanat | Yaşam Panoraması | Spor | Çin'i Gezelim | Çince Öğreniyoruz | Sanal Türk-Çin Dostluk Kulübü | Ankara Radyosu

Gece dansı ve vals...

(GMT+08:00) 2007-09-19 16:46:17 cri

   

    Daha önceki programda bahsetmiştim, ilk günüm, şansın da biraz yardımıyla rahat geçmişti. Yapmam gereken fakat zorlanacağımı tahmin ettiğim her şeyi, şans eseri tanıştığım kişiler yoluyla yapabilmiş, ilk tedirginliğimi üzerimden atmıştım. Bu moralle, ikinci günden başlayarak bu yeni ortamı, yeni insanları, yıllardan beri merak ettiğim fakat bir gün önce içine girme fırsatı bulduğum kültürü, farklı alışkanlıkları keşfetmek, anlamak için çaba sarfetmeye girişmiştim bile.

    Geldiğimde Ağustos ayının sonlarıydı ve yaz tüm her şeyiyle kendini göstermekteydi. Akşamları bunaltıcı, gündüzleri yakıcıydı. Odadayken, Türkiye'deki yaşantımda pek alışık olmadığım üzere klima çalıştırmak zorunda kalıyordum. Fakat garip bir hava vardı. Puslu, basık... fakat sıcak ve bunaltıcı. Güneşi görmek büyük şans oluyordu bazen. Kimi zaman birkaç gün hiç güneş gözükmüyordu, odanın içinden dışarı baktığınızda sanki serin bir sonbahar mevsiminde bir akşamüstü izlenimi veriyordu manzara size. Oysa tüm her şeyiyle yazdı ve kapıyı açtığınız an güneşi görmeksizin bunu net olarak hissediyordunuz.

    Benim gelişimden birkaç gün sonra birkaç Türk daha geldi. O zamanlar daha yeniydim, ve Türk gördükçe seviniyordum. Birçoğuyla tanıştık, arkadaş olduk. Akşamları okulumun bahçesinde oturuyorduk. Okulum. Evet okulumdan hiç bahsetmedim. Pekin Birleşim Üniversitesi şeklinde çevirebileceğimiz, birçok kişinin adını bile duymadığı küçük bir okul. Toplasanız 60 tane yabancı öğrenci var. Bu yabancı öğrencilere yetecek kadar da yurt. Kampüs derseniz kampüs sayılmayacak kadar küçük. Bir küçük basket sahası, bir minyatür halı saha, bir tenis kortu, bir yemekhane, kütüphane, 2 tane öğrenim binası ve yurt. Bunların birbirine en uzak olanı yürüyerek 1.5 dakika mesafede. Ben o sıralar yurtta kaldığım için ve bütün Türkler de aynı yurtta oldukları için ders dışı vaktimin, özellikle akşamlarımın büyük çoğunluğu yurtta, bahçede geçiyordu. Yurdumuzun küçük ama çok güzel bir bahçesi vardı. Toplam 15-20 kişinin oturabileceği 3 tane masa, çimenlik, çiçekler, ağaçlar. Yabancı öğrenciler içinde Türk dışında en çok, belki de Türkler'den daha çok Koreli öğrenciler vardı. Akşam olup herkes yemeğini bitirdikten sonra Koreliler bir masaya, Türkler bir masaya oturur sohbet ederdik. Yabancı ortama yeni yeni alışmaya çalışıyordum ne de olsa, çok iyi tanımıyor da olsam Türkler'in arasında olmak mutlu ediyordu. Sanırım herkes aynı duyguyu hissediyor olmalıydı ki hep birlikteydik akşamları, bazen ders bile çalışmayı unutmak pahasına.

    Evet akşamlar bu şekilde, sıradan fakat zevkli, aynı fakat renkli, sessiz fakat eğlenceli geçiyordu. Ya gündüzler ? İlk birkaç gün, güneşe aldırmadan çıkıp yürüyerek gezdim. O sıralar daha tek başıma taksiye binmeye cesaret edemiyordum çünkü ne okulun adını biliyordum, ne bir şey sormayı. Ya da kendimi zorlayıp soracağım soruyu ezberlesem bile bana verilen cevapları anlamaktan çok uzaktım o yüzden hiç sormamayı tercih ediyordum. Durum böyle olunca bacaklara kuvvet, sıcağa aldırmadan gez gez ama nereye kadar ? Etrafta çok sayıdaki bisikletlileri gördükten sonra yavaş yavaş benim de bisiklet almam gerektiğini düşünmeye başladım. Evet, yürüyerek hem zaman çok hızlı geçiyordu, hem çok terliyordum, hem yoruluyordum hem de uzağa gidemiyordum. Bisiklet olursa etrafı keşfetmem çok daha kolay, verimli ve hızlı olacaktı. Türk arkadaşların da birçoğu bisiklet almak istiyor fakat cesaret edemiyorlar, kendilerinden önce birisinin almasını bekliyorlardı. O kişi nedenini bilmemekle birlikte ben oldum. Gittim, kendime şık, güzel bir yarış bisikleti aldım. Benim arkamdan 2 gün içinde 3-4 bisiklet daha alındı. Artık keşif çok rahattı. Yalnız olduğum zaman kendi merak ettiğim yerlere, arkadaşlarla olduğumuz zaman daha bir cesaretli olup merak ettiğimiz fakat hiçbirimizin tek başına gitmeye cesaret edemediği yerlere, bazen de çılgın birisinin öncesinde gitmiş fakat fazla kalamadan geri dönmüş, ancak oldukça etkilenmiş olduğu ve bizimle birlikte tekrar gitmek istediği bir yere gidiyorduk. Yürümekten çok daha verimli, çok daha kolaydı. Bu şekilde, ilk 1 hafta içinde, alışveriş yapabileceğimiz yerleri, Carrefour alışveriş merkezini, Pizza Hut'ın yerini, Mc Donalds ve KFC gibi aç kaldığımız zamanlarda imdadımıza yetişecek yerleri, saçımızı kestirebileceğimiz, masaj yaptırabileceğimiz, Türkiye'dekine çok benzer şekilde kuzu şiş yiyebileceğimiz yerleri öğrendik.

    Bir akşam, anneannesi Çinli, baba tarafı Fransız, uzun süre Fransa'da yaşamış, az buçuk da Çincesi olan bir arkadaşla gezmeye karar verdik. İkimizin de bisikleti vardı. Diğer arkadaşlarla her zaman gittiğimiz yönün tersine gittik bu sefer. Yola çıktıktan sonra 2-3 dakika geçmişti ya da geçmemişti, derinlerden gelen müzik ve şarkı sözleri bizi şaşırttı. Ben kendim de müziğin içinde birisi olduğum için, kaliteli bir müzik duyunca, arkadaşın da çok ilgisiz olmadığını görüp cesaret alarak durdurdum onu da. Dedik ki bir gidelim bakalım bu müzik nereden geliyor. Müziğin geldiği yer, meğer bizim okulun belki 500 m. kadar uzağındaki bir parkmış. O kadar defa önünden geçmiş olmama rağmen o güzellikte bir park olduğunu fark etmemiştim. Bisikletleri kilitleyecek bir yer bulduk, parkın içine girdik ve müziğin geldiği tarafa doğru yöneldik. İçlere girdikçe, farklı farklı, birbirinden güzel müzikler ve her birine eşlik eden farklı insan sesleri ile karşılaştık kulağımızı okşayan. Birkaç dakikalık yürüme sonucunda kaynağa ulaştığımızda ikimiz de şaşkına dönmüştük. Açık büyük bir alan, alanın ortasında yere konan, sesi sonuna kadar açılmış bir kasetçalar, kasetçaların etrafında ise müzik eşliğinde dans eden belki 25 çift. İlk başta ben, çok sayıda kişi bir şeyi kutlamak için bir araya gelmiş, kutlama için de burayı seçmiş sandım. Çünkü insanlar sürekli eş değiştiriyorlar, birisi, denk gelei bir başkasının yanına gidiyor, onu dansa davet ediyor, o da kabul ediyor, sonra 15 saniye içinde sanki yıllardır dans partneriymişlercesine harika dans etmeye başlıyorlardı. Çalan müzik, daha önceden bilmediğim fakat muhteşem ezgisi olan bir vals idi. Ve tüm herkes, sanki her biri bir dans hocasıymış gibi ustalıkla dans ediyor, birçok kişinin yalnızca filmlerdeki balo sahnelerinde görebileceği şekilde dairesel bir çizgi üzerinde dönerek figürler sergiliyorlardı. Bu manzara ikimizi de büyülemişti. Neden sonra bizim ilgiyle baktığımızı fark eden birkaç kişi bizi de davet etti. İkimiz de önceden sözleşmiş gibi teşekkür ederek geri çekildik. Çekindiğimizi görenler biraz gülümseyerek, adeta tekrar bir şevklendiler ve yeni bir partner bularak dansa devam ettiler. Biz de sonu olmayan bu güzelliği bırakıp, başka seslerin geldiği yerde başka ne güzellikler var diye merak ederek o alandan ayrıldık.

    Çok geçmeden başka bir konser alanında bulduk kendimizi. Saksafon, keman, bir de adını bilmediğim Çin geleneksel çalgılarından olduğunu düşündüğüm, kanun mandolin arası bir çalgı, birlikte eşsiz bir uyum oluşturmuşlar. Ağaçlardan birinin dallarına asılmış uyduruk bir gazlı lamba, onun etrafına asılmış notalar, notalara bakarak birbirine eşlik eden doğal müzisyenler ve bu müziğe harika sesleriyle eşlik eden 2-3 bayan 3-4 de erkek. Bizi gördükleri zaman hepsi başlarıyla selamladılar, biz de selamladık. Dikkatlerini dağıtmamak için biraz uzak bir köşeye oturup hayranlıkla izlemeye başladık. Aslında o an, ben arkadaşın da benim kadar zevk alıp almadığından emin değildim, fakat "yok ya ben sıkıldım" demesinden korktuğum için sormuyordum, çünkü oradan kısa zamanda ayrılmaya hiç niyetim yoktu. Kendi kendime düşündüm: ya ben bu şekilde konserleri, dans gösterilerini izlemek için İstanbul'da yaşadığım dönemde dünya kadar para verip konserlere gidiyordum, şimdi ise sokak ortasındaki bir parkta, hiç de azımsanmayacak yetenekte ve yüksek kalitede bu işi yapan kişiler bulmuştum. Zaman sınırlaması yok gibiydi, böyle durumda bırakıp gidilir miydi ? Öyle ya, arkadaş sıkıldıysa o gidebilirdi, ama ben buradaydım. Neyse o da halinden memnun gözüküyor, tanıdık gelen ezgilere eşlik etmeye çalışıyordu. Bense sadece izliyor, keyfini çıkarıyordum.

    Bir süre izledikten sonra konser sona erdi. Notalar, enstrümanlar özenle toparlandı. Benim henüz cümleler kuracak kadar Çince'm yoktu fakat arkadaşın biraz vardı. Arkadaş benim piyano çaldığımı ve çok sevdiğimi biliyordu. Yanlarına gittik, arkadaşım onlara klavye benzeri bir şey olup olmadığını, benim piyano çaldığımı söyledi. Bana bakıp bir şeyler söylediler, biraz tedirgin oldum ama kötü bir şey söylemedikleri kesindi, o yüzden tedirginlik kısa süre içinde ve kendiliğinden mutluluğa dönüştü. Gerçi klavye yoktu, olsa ben de yeteneklerimi göstermek isterdim, ama o sevinç bile o anda yeterliydi.

    Sonra oradan da ayrıldık. Saat de bayağı geç olmuş, müzik sesleri kesilmişti artık. Artık gidebiliriz diye düşünmeye başladığımız esnada bu kez de sohbet eden, gülen insan sesleri duyduk, hareket eden figürler gördük. Bu sefer ne var acaba diye düşünerek o tarafa doğru yöneldik. Gördüğümüz şeye ben bir kez daha şaşkınlıkla baktım, arkadaşım ise öncesinde benzer bir şey görmüş o yüzden çok şaşırmadı, o benim şaşkınlığımdan dolayı daha da mutluydu. İnsanlar, her birinin elinde farklı büyüklükte bir fırça ve farklı büyüklükte bir kova su, fırçayı suya batırıyorlar, ıslatıyorlar, sonra yere Çince karakterlerle birçok şey yazıyorlardı. Benim o ana kadar öğrendiğim Çince karakter sayısı belki 50 civarıydı, o yüzden arada bir tane tanıdığım olursa mutlu oluyordum. Sonra bu topluluk da bizi fark etti ve çağırdı. Neyse en azından burada rezil olma riski yoktu, Çinli olmadığım açıktı ve kimsenin benden roman yazmamı beklemeyeceği kesindi, o yüzden rahattım. Birisi fırçayı bana uzattı ve bir şey yazmamı işaret etti. Ben de Türkçe olarak "Alican" yazdım. Doğal olarak baktı bir şey anlamadı. Sonra Çince olarak "????" (wo de mingzi = benim adım) yazdım. Bunu yazınca birçok kişi alkışladı, biraz mahçup oldum ama çok da hoşuma gitti. Sonra arkadaş aldı, hiç bilmediğim birkaç şey yazdı, ne yazdığını şu an hatırlamıyorum ama sanırım memleketini, okulun adını filan yazmıştı. Onu da alkışladılar. Sonra işin riskli boyutlara varmaması için fırçayı iade ettik, onların yazılarını biraz daha izledik. Onlar da tekrar kendi işlerine dönüp, her biri bir ressammışçasına ustalık, hüner ve dikkatle yazı yazmaya devam ettiler.

    Evet gece olmuştu ve yurdun kapıları kapanmak üzereydi. O nedenle artık ayrılmamız gerekiyordu. Gerçi izleyecek çok cazip bir şey kalmamıştı fakat yine de isteksizce ayrıldık oradan. O ortamı, Türkiye'de birisi yapsa başkalarının çok garipseyeceği bir şeyi onlarca kişinin birlikte yaptığını ve öyle bir mutluluğu onca kişinin paylaştığını görmek, hele de sonradan, yazı yazanların, hatta dans edenlerin bile büyük çoğunluğunun birbirini tanımadığını öğrenmiş olmak, açıkçası beni çok mutlu etmiş, etkilemişti. Bu sonuçta bir tür medeni cesaret, ben İstanbul Taksim Parkı'nda gecenin 11'inde ne bir enstrüman çalabilirim, ne dans edebilirim, ne de yere yazı yazabilirim. Ne de bunları yapan biriyle karşılaşabilirim. Ama burada karşılaşmış, hatta bir kısmını paylaşmıştım, çok hoşuma gitmişti. Oradan ayrıldıktan sonra yine sözleşmişçesine ikimiz de bisikletlerimizi çok yavaş sürdük, gidilebilecek en uzun yoldan gittik ve yurda varana kadar hiç konuşmadık. Ben o akşamı düşünüyordum, belli ki o arkadaş da o akşamı düşünüyordu. Çin kültürünün, sonradan çok önemli bir parçası olduğunu öğrendiğim bu tür etkinliklerden birinin içine girmiş, görmüş, yaşamış, hatta paylaşmıştım. Güzel bir duyguydu. Evet, Çin'i yavaş yavaş sevmeye başlıyordum, nedenini bilmeden de olsa.

    Evet sayın dinleyiciler. "ilk günler" diye başlık attım gerçi ama bugünkü programın büyük bölümünde yine sadece bir günü anlattım. Çin böyle bir yer işte, bir günü anlatmak, hatta sadece bir akşamı anlatmak bir programı doldurabiliyor.

    Sıra geldi öğreneceğimiz kelimelere. Bugünkü programımızda, yabancıların ilk geldikleri zaman en çok aradıkları üç yer olan Carrefour, KFC ve Mc Donalds'ın Çince isimlerini öğreneceğiz. Carrefour, Jia(1)le(4)fu(2), KFC Ken(3)De(2)Ji(1) ve Mc Donalds (Mai4)Dang(1)Lao(3).

  İlgili Haberler
  Yorumunuzu Gönderin
Yayın Çizelgesi
Günlük Konuşma
• Ders 45 Kayıt yaptırmak
• Ders 44 Kaybedilen önemli belgeler için bildirimde bulunmak
• Ders 43 Kredi kartı kullanmak
• Ders 42 Havale yapmak
• Ders 41 Ödemek
Diğer>>
Tavsiye Edilen Programlar
• Çin döviz rezervleri ve Amerika
• Amerika'yı "kazanmak" stratejisi
• "Avrupa futbol takımları 18 yaşı altındaki yabancı futbolcuları almamalı"
• Çin Seddi'nde Beşiktaş kutlaması
• "Çıplak ayaklı doktorlar"dan köy hastanelerine
• Makam sanatının "ilkbaharı" için
• Dışlanan rejimlerle ilişkiler...
• An Lee, Booker ödüllüromanını peyaz perdeye aktaracak
• Almanya Badminton Açık Turnuvası'nda en büyük galibiyet Çin takımının
• "Çirkin ördek yavrusundan güzel kuğu"ya dönüşen halterci Chen Xiexia
Diğer>>
china radio international china radio international

© China Radio International.CRI. All Rights Reserved. 16A Shijingshan Road, Beijing, China. 100040