Şu olimpiyat dedikleri - 1

    2008-08-20 22:12:25                cri


    Ben Çin'e ilk geldiğim zaman ilk gördüğüm şeylerden biri, zaman sayacı olmuştu. Bunun, Pekin'de olimpiyatların başlayacağı 8 Ağustos 2008 günü saat 20.08 için geri sayan bir sayaç olduğunu, belki de bir hafta sonra öğrendim.

    O zamandan sonra günler günleri, aylar ayları kovaladı, zaman su gibi akıp geçti. Bu sayaç "sıfır"a gelmeden önce yapılması gereken birçok şey, tamamlanması gereken birçok yenilik, hizmet, hazırlık vard. Hızla, şevkle çalışıldı. Durmadan geçen zaman, o sayacı da sıfır gün ve birkaç saate kadar indirdi.

    Olimpiyatların açılışına gitmeyi çok istiyordum, ama böyle milyonlarca saniye öncesinden geri sayıma başlanan ve biletleri açılıştan yaklaşık 15 ay önce satışa çıkarılan büyük bir olay için benim gibi 1 ay öncesinden bilet bulmaya çalışırsanız, hayallerinizin suya düşme olasılığı çok yüksek olur.

    Aslında bilet buldum, fakat ikinci el karaborsa olarak bulduğum biletin fiyatı 15 wan, yani 150 bin yuan, yani yaklaşık otuz bin TL olunca, bulamamış olduğumu kabul ettim. Durum böyle olunca, açılışı televizyondan izleyecektim. Fakat bu gün çok özel bir gündü. Sırf bu akşam içn yemek zevkime uygun özel alışveriş yaptım.

    Alışverişimi tamamlayıp eve geldiğim zaman saat yaklaşık 19.30 olmuştu ve büyük olaya 38 dakika vardı. Etkinlikler çoktan başlamıştı fakat normal gösteriler ve danslar vardı. Sıradan olmanın çok ötesinde bir açılış olacağı kesindi. Fakat tahminler dışında net bir ipucu yoktu neler yapılacağı konusunda. Saat yaklaşık sekizi yedi geçe, tören "adım adım" başladı. "Adım adım" ifadesini tırnak içinde yazmamın bir nedeni var. Helikopterden çekilen görüntüdeki olayı anlamam bile birkaç "adım" sürdü. Şehrin merkezinden başlayarak olimpiyat stadına doğru giden devasa "adımlar" vardı. Her biri onlarca havai fişek kullanılarak oluşturulan bir sağ bir sol ayak şeklindeki ateşten adımlar, iki saniye aralıkla yürüyor, ve şehrin üzerinden geçerek açılışın yapılacağı Ulusal Stadyuma, şeklinden dolayı yakıştırılan ve en çok kullanılan adıyla "Kuş Yuvası"na doğru gidiyordu. Son adım Kuş Yuvası'nın üzerine bastığı zaman, açılış töreni başladı. Ayrıntılara girmeyeceğim, fakat hem tarih, hem yaratıcılık, hem de teknolojinin olabilecek en güzel bileşimiyle bezenmiş muhteşem bir tören izledik. Gösterilerden sonra, katılan ülkelerin sporcularının ve kafilelerinin geçişi sırasında birçok ülke liderinin kendi ülkesi geçerken ayağa kalkıp alkışlaması görülmeye değerdi. Bu büyük kuş yuvası, birbirleri ile en son ne zaman görüştüklerini hatırlamadığım Bush, Putin ve Hu Jintao'yu birbirlerine en fazla yüz metre mesafe içinde bir araya getirmişti. Tabi hiçbir Türk liderin olmayışı ve "sizden kim geldi?" diye soran Çinli arkadaşlara verecek bir cevap bulamamış olmak, bu törenin belki de tek kötü yanıydı.

    Evet bu görkemli tören ile, milyonlarca saniye artık sıfıra inmiş, onun yerini yeni bir heyecan sarmıştı. Açılıştan önce Türk Spor Bakanı'nın "beş altın, beş gümüş, beş bronz madalya hedefliyoruz" sözleri ile olimpiyatların ikinci günü Türkiye'nin almış olduğu gümüş madalya ilk başta beni biraz ümitlendirse de, madalya ve hatta belki rekorlar beklediğimiz sporcularımızın elemeleri bile geçememeleri, bu konuda bir daha ümitlenmeme konusunda kendime telkinde bulunmama neden oldu. Ben de sonrasında, "yarışma bu, yenmek de var yenilmek de, önemli olan sportmenlik" anlayışını benimseyerek, kalbimi Çin'le birleştirdim, Çin'in her madalyasında onlarla birlikte sevindim.

    Tabi bunlar televizyon izleyerek yaşadığım heyecanlar. Bir de esas büyük heyecan var ki, o farklı. Bu da uzun uğraşlar sonunda, Kuş Yuvası'nda yapılacak atletizm müsabakaları için bulduğum olimpiyat biletinin getirdiği heyecan. Her ne kadar açılış bileti bulamamış olmanın verdiği burukluğu tam telafi edemese de, yine de hayatımda ilk defa olimpiyat oyunlarını izlemeye gidecek olmak ve aylar öncesinden televizyonda görüp, hiç görmemiş olduğum Kuş Yuvası'nın içine girecek olmak da azımsanacak bir şey değildi.

    Evet sonunda o gün de geldi. O kadar kalabalığa ve çeşitli güvenlik önlemlerine rağmen, gelen ikinci metroya bindim ve hiç rahatsız edici bir sıkışıklık olmadan, "Olimpik Park" durağına vardım. İndikten sonra yine konvoya katıldım ve metrodan çıktım. Çıkar çıkmaz Kuş Yuvası'nı göreceğimi sanıyordum ama yanıldım. Birçok büyük markanın mağazaları ve kocaman geniş bir alan vardı önümde. O alanda yürümeye başladık. Yaklaşık on dakikalık keyifli bir yürüyüşün ardından Kuş Yuvası gözüktü. Yaklaştıkça büyüdü, büyüdü, büyüdü. Dışarıdan bakınca, televizyonda göründüğünden çok daha büyüktü. Önünde, yiyecek ve içecek satan büfeler vardı ve beni en çok şaşırtan şey, hiçbir şeyin fiyatının çok pahalı olmamasıydı. Bir kutu kolanın bakkaldaki fiyatı 3, restorandaki fiyatı 7-8 yuanken burada 5 yuandi. Şişe su 3 yuan, dondurma 3 yuan, bira 5 yuan. Böyle bir yere göre çok uygundu fiyatlar. İstanbul'da olimpiyat olsa, olimpiyat köyünde böyle bir büfedeki rakamları düşünmek bile istemiyorum, su 4 TL, bira 12 TL, dondurma 10 TL, kola 7.5 TL vs. Buradaki en pahalı şey 20 yuan yani 4 TL fiyatı ile "box meal" yani "kutu öğün" idi. Karnım biraz aç olduğu için bunun ne olduğunu merak edip aldım. Benim onu alıp garip garip baktığımı gören oradaki gönüllü görevlilerden birisi, hemen yanıma gelip "yardım edeyim" dedi. Teşekkür ederek kutuyu verdim, hızlı bir şekilde açtı, içinde bir şeyleri alta bir şeyleri üste koydu, bir paketi yırtıp yemeği içine boşalttı, sonra üzerini tekrar kapattı ve bana geri vererek "şurayı çekin" diye küçük bir ipi gösterdi. Orada bar tarzında yapılmış birçok yüksek masa vardı, boş gördüğüm bir tanesine gidip eşyalarımı koydum. İki tane Alman turist vardı, onlar da bir kap yemek almışlardı ve yemeklerinden buhar çıkıyordu. Bir Çinli de onlara "8 dakika bekleyin" demeye çalışıyordu fakat İngilizce bilmediği için anlaşamıyorlardı. Hemen İngilizce olarak Çinli'nin dediğini tercüme ettim, teşekkür ettiler ve bana ne yapmam gerektiğini söylediler. O ipi çekince, yemek bir lokomotif gibi iki yanından ve üstünden buhar püskürterek kendi kendine pişmeye başladı. 8 dakikada pişiyormuş, o yüzden Çinli Almanlara öyle diyormuş. O 8 dakika içinde Alman karı-koca ile biraz sohbet ettik. İlk dedikleri şey, "Çinlilere bak, yemekleri bile teknolojik". Benim "acaba geç kalır mıyım" endişem vardı ve sordum, dediler ki "biz dün de geldik, giriş çok rahat, başka güvenlik kontrolü yok, sadece bileti gösteriyorsun ve giriyorsun, yürüme mesafesi dahil on dakika sonra içerdesin". Bu beni rahatlattı. Sekiz dakika sonra yeni pişmiş olan yemeğimin bir sekiz dakika da soğumasını bekledim, apar topar yedim, ve birkaç fotoğraf çektikten sonra biletimi gösterdim ve büyük Kuş Yuvası'na girdim.

    Bugün program içinde geçen bazı ifadelerin Çincelerini öğrenerek programı noktalayalım. Kuş Yuvası demek için niao(3) chao(2) diyoruz. Su Küpü'nün Çincesi ise shui(3) li(4) fang(1). Yoğurt demek için suan(1) nai(3). Çinlilerin sayı sistemi bizimkilerden farklı, bizde "bin"den sonra on-bin, yüz-bin diye gidip her "bin" katta yeni bir isim alırken, Çinlilerde bu sistem "on bin" üzerine kurulu. On demek için shi(2), yüz demek için bai(3), bin demek için qian(1) diyoruz. Fakat on bin demek için shi(2) qian(1) demiyoruz, onun ayrı adı var, o da "wan(4)". Sonrasında da on wan, yüz wan diye gidiyor. Wan wan, yani on bin tane on bin olduğu zaman da yen bir ad alıyor. Yani bilet fiyatı olan 15 wan, 150 bin demek. Yani shi(2) wu(3) wan(4).

© Copyright by www.cri.cn, 2007