Bugün sizlere, Çin'de yaşadığım ilginç, sevimli bir günü ve rastlantıları anlatacağım.
Çinli bir arkadaşım uzun zamandır bana iş değiştirmek istediğinden bahsediyordu. Uluslararası bir seyahat acentasında çalışıyordu ve işinden memnun değildi. Geçmek istediği iş ise yeni açılacak bir anaokulunun finans bölümüydü, okula kaydolan öğrencilerin kayıtları, ödedikleri paralar, öğretmenlere ödenen maaşlar, kısacası her türlü girdi-çıktı işlemlerinin kaydını tutacaktı ve onlardan sorumlu olacaktı.
Sonunda istediği değişikliği yaptı. Yeni işine geçti. Tabii bilirsiniz, iş değişikliği önemli bir olaydır, ne kadar tecrübeniz olursa olsun bir işe yeni başladığınız zaman sudan çıkmış balık gibisinizdir; işi öğrenmek, sorumlulukları üstlenmek, oradaki insanlara, çevreye, ortama alışmak kolay değildir. Ayrıca yapılacakları öğrenmek için de, ilk zamanlar, normal rutin çalışma temposundan çok daha yoğun, çok daha sıkı bir çalışma temposu gerekir. İşte arkadaşım bu yoğun, sıkıcı, yorucu dönemi de atlattı ve bir gün bana bir öneride bulundu. Aslında yarı öneri, yarı rica... Dedi ki : "Yarın benim çalışacağım anaokulunun açılış töreni var, sen de gelir misin?". Ben şaşırdım. Dedim ki "Gelip ne yapacağım?" Bana dedi ki, "Hem Çin'de bir anaokulu görmüş olursun, hem oradaki öğretmenlerle, öğrencilerle, velilerle tanışırsın, hem de orada bizim yabancı dil öğretmenimiz olursun, belki part-time olarak çalışırsın". Bu fikir bana da ilginç geldi. Kabul ettim. Açılışın olacağı gün sabah saat 8.30'da Sihui metro istasyonunda buluşmak üzere anlaştık.
Sihui metro istasyonu, metronun birinci hattının en doğudaki ikinci istasyonu. Yani aslında sabah saat 8.30'da orada olmak benim için ölüm. Ben metronun 13. hattı üzerindeki Longze istasyonuna yakın bir yerde yaşıyorum. Sabah saat 7.15'te metroya bindim, Dongzhimen terminal istasyonuna geldim, burada hat değişikliği yaparak ikinci hatta geçtim ve Jianguomen istasyonuna geldim, burada tekrar hat değişikliği yaparak Sihui istasyonuna geldim. Vardığımda saat 8.30'u biraz geçmişti, ama problem yaşamadım. Sihui istasyonundan dışarı çıkış biraz ilginçti. Metronun içinde uzun süre çıkışı aradım. Benim şimdiye kadar indiğim ya da bindiğim tüm metro istasyonlarında uzun bir koridor var, yürüyen merdiven var, fakat burada "exit" ya da ?? (chu kou) yazan yerde ne koridor görebildim ne de yürüyen merdiven. O yüzden uzun süre içeride dolandım. En sonunda o çıkış yazan yere gidip bir süre bekledim ve oradan içeri gelen birine "çıkış burası mı" diye sordum, o da onayladı. Sonrasında kapıdan dışarı çıktım. Pek geniş olmayan ve eski bir okul binasına ya da asansörü olmayan bir eve çıkıyormuşsunuz hissi veren merdivenler... Etrafta ne tabela var, ne görevli. Her yarım katta bir pencere var hepsi bu. Ben kendi kendime söylendim, nasıl bir metro çıkışı bu diye. Dört tane yarım kat merdiven indikten sonra dışarı çıktım. Çıktım ama, dar bir yol, yolun hemen önünde başka bir demiryolu, önümde bir inşaat, sabah erken olduğu için henüz açılmamış mı yoksa uzun süreden beri kapalı mı olduğu belli olmayan, camlarını toz kaplamış küçük bir büfe, oturmuş çok alçak sesle sohbet eden, sigara içen 8-10 tane inşaat işçisi, ve ortalıkta başka kimse yok. Ayrıca o çıkış kapısından dışarı çıkan tek kişi de benim, benimle birlikte çıkan kimse de yok, o kapıdan giren kimse de yoktu. Yani Çin'de alışık olduğum her şeye ters bir ortam. Hangi metro istasyonuna giderseniz gidin mutlaka çok sayıda insan vardır, kalabalıktır, saat 8.30'da her yer açıktır. Buluşacağımız yer, "Ocean Paradise" diye adlandırılıyordu. Buranın nasıl bir yer olduğu konusunda herhangi bir fikrim yoktu, fakat isim "Okyanus Cenneti" olunca, büyük olasılıkla böyle su oyunlarının, su gösterilerinin olduğu, ya "Aquapark" gibi, ya da birçok balığın olduğu, devasa akvaryumların filan olduğu büyük bir merkez sandım ilk başta. Sonra oradan geçen birine, Çince adını söyleyerek orayı sordum. Oradaki en az 30 katlı birkaç binayı göstererek "şunlar" dedi. Şaşırdım, anlamadım, "binalar mı" dedim, "bu bölge, bu site" dedi. Bir siteye "okyanus cenneti" gibi bir isim verilmesi komikti. Neyse dedim kendi kendime, demek ki benim hayal ettiğim gibi bir merkez değilmiş, siteymiş. Önümdeki demir yolunun, her 25-30 metre aralıkta bir tane olan geçiş yerlerinden birinden karşıya geçtim, ve Okyanus Cenneti'nin güney kapısını aramaya başladım. Neyse ki fazla gecikmeden buldum, orada arkadaşlarımla buluştum ve onların dediği yere gitmek için yola koyulduk. Tam içeri giriyordum ki "Kaz" diye seslendim. Kaz, daha önce gittiğim Çince dil kursundaki İngiliz sınıf arkadaşım. Beş yıldır Çin'de yaşıyor, Çinli bir bayanla evli ve daha bir yaşına girmemiş bir kızı var. Müzik dolayısıyla uzun sohbetlerimiz olmuştu, Kaz çok iyi gitar çalıyor, ve geçmişte bir gün kursa gitarını getirmişti, kurs çıkışında bir kafeye gittik, sohbet edip kapuçino içtik ve bana, benim de piyano uyarlamasını yaptığım ve piyanoda çaldığım Francesco Tarrega'nın gitar parçası Recuerdos de la Alhambra, yani Alhambra Anıları'nı çaldı. Sonrasında çok defa buluşmak için mesajlaştık fakat ikimizin de işleri yoğun olduğu için bir türlü buluşma fırsatımız olmamıştı, piyano olan bir yerde buluşup birlikte müzik yapmayı, aynı parçaları piyano ve gitarla birlikte çalmayı planlıyorduk ama hiç görüşememiştik o kurstan ayrıldıktan sonra. Bir Türk ve bir İngiliz arkadaşın, Pekin'in neredeyse dışındaki Sihui'de karşılaşmaları çok ilginç bir rastlantı; ben de, o da, daha önce ondan bahsetmiş olduğum arkadaşım da çok şaşırdılar. Meğer Kaz, Okyanus Cenneti sitesinde oturuyormuş. Ne rastlantı. Ayaküstü biraz konuştuk, fırsatımız olunca haberleşiriz dedik ve o işine gitti, biz de anaokuluna gittik.
Ben Türkiye'de bir defa bile anaokulu görmemiştim. Çocukluğumda da anaokuluna gitmedim, kardeşim olmadığı için onu da götürmedim, etrafımda da hiç olmadı, o ortam hakkında da hiç bilgi sahibi değildim. Türkiye'de hiç görmediğim bir şeyi Çin'de görmmek ilginçti. Gittiğimde ilk olarak oradaki öğretmenler ve bakıcılarla tanıştım. Tüm öğrenciler kayıtlarını yaptırıp dersler başladıktan sonra, çocuklara İngilizce öğretecek, part-time birini de arıyorlarmış; arkadaşlarımın da daha önce bana söylediği gibi, bunu da ilerde konuşuruz dedik. Salonda, kocaman bir LCD televizyona bir play-station bağlanmış, gaz ve fren pedalı, direksiyonu, el freni, vites kolu olan büyük bir sürüş simülatörü yerleştirilmişti. Onun karşısında, çok küçük de olsa, Çin'de ilk defa gördüğüm langırt oyun tablası vardı. Bir odada, kuvvetli hava üfleyen elektronik bir körük ve yüzlerce balon vardı, ve büyüklü küçüklü rengârenk balonlar kuvvetli havanın etkisiyle sürekli uçuyor ve dönüyordu. Arka taraftaki bahçede, çocukların oynaması için nemli kum sahası, ve kumla şekiller yapmaları için kalıplar, kovalar, kürekler, taslar, bardaklar vardı. Onun karşısında, çocukların zıplamaları, tepinmeleri, yumruk ve tekme atmaları için içi hava yolu kocaman bir platform vardı. İkinci katta ise çocukların yaratıcılıklarını geliştirmek için farklı renkli oyun hamurları, haritalar, basit Çince ve basit İngilizce ile yazılmış hikâye kitapları, oyuncak arabalar ve kendi kendine çalışan bir oyuncak tren sistemi vardı. Ben öğretmenlerle tanışıp bu keşfimi tamamlayana kadar insanlar ve çocuklar gelmeye başlamıştı. Gelenlerin hepsi iki çocuk dışında Çinliydi. Baktım o yabancı olan kız, tek başına langırt oynamaya çalışıyor, öğretmenlerin de hepsi, ya diğer yaşça daha küçük çocuklarla ya da velilerle meşgul, onun yanına gittim, "hadi birlikte oynayalım" dedim. Yüzüme baktı, gülümsedi ve oynamaya başladık. Yaşı en fazla 6-7 olabilirdi, ama yaşından beklenmeyecek kadar iyi oynuyordu. Langırtın oyuncularını fırıl fırıl döndürüyor, top oyuncuların hiçbirinin ulaşamayacağı kör bir noktada durduğunda sinirlenip oyun tablasını sarsıyor, topun hareket etmesini sağlıyordu. Aslında benim de canım içimden geldiği gibi oynamak istiyordu, çünkü her sene Türkiye'ye, kuzenimin yazlığının olduğu Susanoğlu'na gittiğimde, kuzenimle saatlerce langırt oynardık, ve oynamayalı, hatta görmeyeli uzun zaman olmuştu. Fakat tabii o an ben "öğretmen" konumundaydım ve yenmek olmazdı, yenilmek gerekiyordu. O yüzden üç tane gol yedim. Sonra İngilizce olarak İngilizce bilip bilmediğini sordum. Belki benimki kadar iyi bir İngilizceyle "biliyorum" dedi. Nereli olduğunu sorduğumda bana Uruguay diye cevap verdi. Diğer yabancı çocuk da onun abisiymiş. Aileleri hocalardan birinin arkadaşıymış, o yüzden ziyaret için gelmişler. Biraz sohbet edip dördüncü golü de yedikten sonra "sen çok iyi oynuyorsun, ben çok yoruldum" diyerek bıraktım. Gözüm sürüş simülatöründe kalmıştı, ama kendime de yediremiyordum oturup orada oynamayı. Ama büyükler, başında çocuk oturduğu halde "bak şöyle gaza basacaksın, bak direksiyonu şöyle çevireceksin" diyerek adeta kendileri oynuyorlardı. Sonra onun başından ayrılıp dışarı çıktım. Site çok büyük bir siteydi ve sürekli çocuklu aileler geçiyordu. Arkadaşlarımla birlikte oradan geçenlere, böyle bir anaokulunun açıldığını, bugün deneme günü olduğunu, içeri girip ücretsiz olarak istedikleri oyuncaklarla oynayabileceklerini söylüyorduk. Bazı Çinli çocuklar yabancı olduğum için bana ilgi gösteriyordu, bazıları ise ben bir şey söyleyince benden kaçıp annelerine sarılıyor ya da arkadaşımın yanına gidiyordu. Hepsi sevimliydi. Ben etrafta dolaşıp onu izle, ona yardım et derken öğle oldu, ve açılış töreni de yavaş yavaş bitti. O esnada oradaki adamlardan biri bana iyi bir İngilizce'yle nereli olduğumu sordu, biraz sohbet ettik. Meğer o okulun sahibi olan öğretmenin eşiymiş. Ben de ona yaptığı işi sordum, otomotiv endüstrisine her türlü parça üreten büyük bir grubun Pekin şubesinde çalışıyormuş. Ben ona Metalürji ve Malzeme Mühendisi olduğumu söylediğimde şaşırdı, bu kez sohbet meslekî konulara kaydı. Sonra kartvizitimi verdim, üzerindeki adrese baktı ve, "benim ofisim de bu cadde üzerinde" dedi ve güldü. Ben yine şaşırmıştım. Aylardır görmediğim ve buluşmak için fırsat kolladığım arkadaşımla karşılaştıktan sonra, okulun sahibinin eşinin benim mesleğimle ilgili bir alanda çalışıyor olduğunu, onun dışında ofisinin de benim ofisime belki 500 m mesafede olduğunu öğrenmek, çok sık rastlanacak bir durum değildi. Öğle yemeğinde de sohbetler devam etti. Öğle yemeğinden sonra pek fazla öğrenci kalmadığı için, sürüş simülatörünün başında da 3-4 öğretmenden oluşan bir kuyruk oluşmuştu. Ben de fırsat bu fırsat diye düşünerek sıraya girdim, sıra bana gelince de doya doya oynadım, 5700 motor bir Pontiac ile rekorlar kırdım. Arkadaşlarım ve diğer birkaç öğretmen de o esnada balonların olduğu odada, birbirlerine balon fırlatıyor, içi hava dolu fakat balondan daha kalın, kumaştan yapılmış büyük topların üzerinde zıplıyor, arada sırada balonların üzerine basıp gürültüyle patlatıyor sonra da gülüyorlardı. Yani çocuklar gittikten sonra, ben de dahil bütün hocalar çocuk olmuştu ve oyun oynuyorlardı. Saat öğleden sonra üç olduğunda, yapmam gereken şeyler aklıma geldi, herkesle vedalaşarak ayrıldım. Metronun o garip, esrarengiz girişinden girdim, ve yaklaşık 1 saat 35 dakikada eve geldim.