Çin'e geleli bir aya yakın olmuştu. Daha yeni yeni alışıyordum. Çince bilenler ya da öğrenmeye çabalayanlar dışında pek kimsenin bilemeyeceği ve anlayamayacağı bir şey, Çince'nin herhangi bir Batı dili gibi bir dil olmadığı... Herhangi bir Batı ülkesinde bir sene hem dil eğitimi alır hem de yaşarsanız, gayet akıcı, hiç duraksamadan sohbet edebilecek, rahatlıkla televizyon izleyip anlayabilecek, gazetenin tamamını anlamasanız bile, en küçük ayrıntılara takılmadığınız sürece genel olarak anlatılmak isteneni anlayabilecek dil seviyesine ulaşırsınız. Çince böyle değil. Çin'de bir sene hem eğitim alır hem yaşarsanız, günlük hayatı ancak idare ettirebilecek, içi gözükmeyen bir dükkânın postane mi, restoran mı, banka mı olduğunu anlayabilecek, metrodaki bir ilanı görüp, oradaki karakterlerin üçte birini tanıyabiliyorsanız çok sevinecek kadar Çinceniz oluyor. Evet bir senede bu kadar oluyor; benim bahsedeceğim olay geçtiği zaman ise Çin'e geleli daha bir ay olmamıştı. Bahadır'la hep birbirimize şikayet ediyorduk. Üç haftadır Pekin'deyiz, hiçbir yere gitmedik, hiçbir şey bilmiyoruz, kendi başımıza her şeyden çekiniyoruz, en kötü ne olabilir diye konuşuyorduk. Sonra bir gün, hocalarımızdan şunu duyduk: 22 numaralı otobüs, bizim okulun biraz ilerisindeki KFC'nin karşısındaki duraktan kalkıyor, ilk kalkış durağı orası. Son durağı ise Tiananmen Meydanı. Bunu duyduktan sonra kendi kendimize plan yapmaya başladık gidebilir miyiz diye. Çünkü o zamana kadar hiç otobüse binmemiştik. Çünkü hem yer bilmiyoruz, yani gitmek istediğimiz yere vardığımızda görüp tanıyıp, o durağı kaçırsak bile bir sonraki durakta inme şansımız yok. Konuşulanı anlamıyoruz, otobüslerde yapılan ve her varılan durağın ismini söyleyen anonsları anlama şansımız da yok. Karakter tanımıyoruz, o yüzden gitmek istediğimiz durağın hangisi olduğunu, o an hangi durakta olduğumuzu, kaç sonraki durakta inmemiz gerektiğini öğrenme şansımız da yok. Bu nedenlerden dolayı otobüse binmek korkutucu geliyordu. Ama dedik madem ilk duraktan, boşken binip, sonra son durakta, otobüsün boşaldığı yerde ineceğiz, sonra da karşıya geçip, yine otobüs boşken binip, sonra yine herkesin inip otobüsün boşaldığı yerde ineceğiz, o zaman çok sorun olmasa gerek diye düşündük. Hem zaten geri geldiğimiz zaman KFC'nin olduğu yeri de tanırdık. O yüzden planı gerçekleştirmek için zaman kararlaştırdık, hafta sonu öğleden önce buluşup gidecektik.
Planladığımız zaman geldi ve buluştuk. Ne olur ne olmaz diyerek, çıkarken yanımıza bol miktarda para, okulun Çince adresinin yazılı olduğu bir kağıt, üzerinde İngilizce olarak yer isimlerinin bulunduğu bir harita, öğrenci kimliklerimiz, pasaportlarımız, bizim okulda okuyan ve İngilizce bilen birkaç arkadaşın telefonunu aldık. Sonuçta ilk defa o uzaklıkta bir yere gidiyorduk. Ve az önce bahsettiğim tedirginlikler vardı üzerimizde, kendimizce tedbir alıyorduk. Halbuki gittiğimiz yer 13 km, yani yaklaşık Beşiktaş–Tarabya mesafesi kadar... Gören de bizi şehir dışına gidiyor sanırdı. Olsun, içimiz böyle rahat olacaktı.
Pekin'e yeni gelen birçok öğrencinin sanırım durumu bu şekilde. Gerçi kimileri çok fazla dışarı çıkmak taraftarı da değil, giysi, yemeklik malzeme, elektronik eşya filan alınabilecek yakın yerleri öğrendikten sonra çıkıp gezmek, Pekin'i tanımak çok fazla kişiyi ilgilendirmiyor nedense. Ama biz öyle değildik işte. Bahadır zaten profesyonel kokartlı turist rehberi, mesleği bu, yani gezmek, görmek, öğrenmek, hem de başkalarına tanıtabilecek kadar öğrenmek, onun ekmek kapısı. Ben rehber değilim ama Pekin'de yaşayan biri olarak, dünyanın en büyük meydanını hiç görmemek de içime sindirebileceğim bir durum değil. Böylece çıktık yola.
22 numaralı otobüsün nereden kalktığını bulana kadar bile zorluk çektik. Otobüs nasıl denir biliyorduk ama artık yeterince hızlı mı söylemiyorduk, yoksa tonu mu yanlıştı bilmiyorum, 22 ve otobüs dediğimizde herkes yüzümüze bakıyordu. Sonra biri anladı, tarif etti ama biz tarifi nasıl anlayalım, daha 22 numaralı otobüse binmek istediğimizi söyleyemiyoruz. Biz durağı yol üzerinde sanıyorduk, meğer garaj içindeymiş. Adamın el kol hareketleriyle tarif etmeye çalıştığı yeri sonunda bulduk. Ama bu sefer de şoför kapıyı açmıyordu, motoru çalıştıran gidiyordu bizi almadan. Sonra baktık biraz ileride durakta sıra var, otobüs boş olarak oraya gidiyor, orada doluyor, garajın içinden almıyor. Biz de gittik, sıraya girdik ve bindik. "fiyatı ne kadar" diye sormayı öğrenmiştik, otobüsün içinde herkesin gidip bilet aldığı kişiye gidip sorduk. O da bize bir şey dedi. Ama 1, 2, 3, 4 nasıl denir biliyorduk, bize dediği şey bunların hiçbiri değildi. "ne diyor?" diye birbirimize sorduk. İkimiz de anlamamıştık. Sonra biz sorumuzu tekrar ettik, "fiyatı ne kadar?". Adam da dediğini tekrar etti. Sonra elimizde gösterdik, 1, 2, 3 diye. Adam sonunda eliyle iki işareti yaptı, biz de ikişer yuan verdik. Sonradan öğrendik ki fiyat sabit değilmiş, binilen ile inilen arasındaki durak sayısına göre fiyat değişiyormuş. İstanbul'da böyle değil ki, ister bir durak sonra in ister son durağa kadar git fiyat aynı, biz nereden bilelim? Adam da bize hangi durakta ineceğimizi soruyormuş ki fiyatı da ona göre söylesin. Biz tabii en uzak durağın fiyatını verdik, gerçi zaten son durakta ineceğimiz için sorun yoktu.
Yolculukta başka bir sorun olmadı. Etrafa baka baka gittik. Sürekli "bak bir ara buraya da gelelim" deyip, daha sonra hiç gitmediğimiz birçok yerden geçtik. Yolculuk dediğim de toplam 40 dakika civarı sürdü. İndiğimiz yerde etrafta "meydan" benzeri bir yer yoktu. Gayet işlek bir caddede indik. "Nerede" sorusunu da öğrenmiştik, yoldan geçen birine "Tiananmen nerede" diye sorduk Çince. Birçok şey söylemesine karşın eliyle bir yeri gösterdi, biz teşekkür edip o tarafa doğru yöneldik. Yolda giderken susadık. Dedik ki bir yerden su alalım. Suyun da nasıl söylendiğini biliyorduk. Bir büfe bulduk, "su" dedik, "kaç para" dedik. 6 yuan dedi. Aldım ben. O zaman bilmiyordum ki su ya 1.5 ya 2 yuandir, Çinlilerin su dedikleri şey şekerli, bizim sporcu içeceklerimize benzer bir sıvı aslında… Aldım açtım ve içtim, içmemle tükürmem bir oldu. Tamam o kadar berbat bir tadı yok, ama insan su içeceğini umup ağzına hem şekerli hem ekşimsi, bir de kıvamlı bir şey gelince irkiliyor doğal olarak. Gülmeye başladık, daha su bile alamıyoruz bakkaldan, ne işimiz var bizim yalnız başımıza Tiananmen Meydanı'nda diye. Sonra bir başka büfe gördük, oraya da "su" dedik. O adam daha mı akıllı, yoksa yabancılarla daha mı haşır neşir artık neyse, bize birkaç farklı "su" gösterdi. Ben tanıdım, okulda kantinden aldığımız suyun aynısı vardı, onu gösterdim, aldık 2 yuana... Neyse suyumuzu içtik, konuşa konuşa devam ederken ilerde meydanı, karşısında da kocaman Mao resmini gördük. Evet sonunda gelmiştik. Hayatımızda ilk defa, yalnız başımıza kimsenin yardımı olmadan dünyanın en büyük meydanındaydık.
Önce dedik ki meydanın karşısında Yasak Şehir gezintisi yapalım. Oradaki köprüler, Mao'nun resmi, şık ve ilginç yerler önünde resimlerimizi çektik. Sonra biraz daha içerilere girdik. Bu esnada hava kararmaya başlamıştı, ama ılıktı. Gittik, büyükçe bir bahçede birçok insan bir masanın etrafında toplanmıştı. Biz de yaklaştık. Baktık ki bir "simultane" ressam... Bir kişi karşıdaki sandalyeye oturuyor, poz veriyor, sonra ressam 10 dakika içinde kara kalemle onu çiziyor, 25 yuana satiyor. Bizi görünce çağırdı. Hemen gittik, önce Bahadır, sonra ben resmimizi çizdirdik. Pek güzel çizdi denemez ama en azından güzel bir anıydı. Sonra oradan kalktık, birçok geleneksel Çin giysisinin satıldığı standlar vardı irili ufaklı, onlara baktık. Resimlerini çektik. Sonra dedik ki Tiananmen Meydanı diye geldik, halen Yasak Şehir'den çıkamadık, artık meydana da gidip biraz dolaşalım. Meydana gideceğiz diye çıktık, ama ortalık kalabalık, askerler filan var, meydana giriş yasak, meydana girmek isteyen belki on binlerce kişi sıra olmuş, kimisi kaldırımlara oturmuş, kimisi ayakta, kimisi ip atlıyor, kimisi bir şeyler yiyor. Bir farklılık olduğunu düşündük, bu insanlar bir şey bekliyor olmalı. Soralım dedik birine. İngilizce bileceğini düşündüğümüz birine sorduk, gayet kötü bir İngilizce'yle bir şeyler söyledi. Tek anladığımız şey, 40 dakika sonra girebiliriz oldu. Tiananmen diye gelmişiz ama halen girememişiz meydana, bekleyeceğiz başka yolu yok diye karar verdik Biz de oturduk kaldırımın kenarına. O sırada bir Çinli kız geldi yanımıza oturdu, küçük, sevimli. El salladık o da el salladı. Sonra Bahadır hemen onun resmini çekti. İlk başta utandı, sonra onun da hoşuna gitti, farklı pozlar vermeye başladı, sonra birlikte çekildik. Daha sonra ailesi geldi. Artık bizi nasıl tanıttıysa, ailesi sanki önemli biriyle tanışıyormuş gibi geldi, elimizi sıktı, İngilizce olarak "merhaba" dediler. Acaba İngilizce muhabbetin gerisi gelir mi dedik ama gelmedi. Sonra onlar da bizimle fotoğraf çektirmek istediler, hep birlikte fotoğraf çekildik. Sonra gittiler. Sonra yavaş yavaş meydanın açıldığını, kalabalığın o tarafa doğru gittiğini fark ettik. Herkesle birlikte yürüyerek meydana geldik.
Meydan oldukça kalabalıktı. Gittiğimiz tarihi ve o akşamın ne özelliği olduğunu hatırlamıyorum ama sıradan bir akşam olmadığı kesindi, çünkü gerçekten kalabalıktı. Her yer ışıl ışıldı, çiçekler, olimpiyat bebekleri, fıskiyeler, ışıklı fıskiyeler, meydanı akşam karanlığında coşkulu bir havaya sokmuştu. Biz de her ilginç gördüğümüz yerde fotoğraf çekiyorduk. Sonra ilerde iki kızın bize baktığını gördük. El salladık. Yanımıza geldiler. Önce Çince bir şeyler söylediler. Anlamadık. Sonra biraz İngilizce söylediler, biz de cevapladık. Resimlerini çekmemizi istediler sandık. Meğer bizimle resim çektirmek istemişler. Oradan geçen bir başkasını durdurduk, rica ettik, dördümüzün fotoğrafını çekti. Sonra teşekkür ettiler. Biz gidecekler sandık, ama bizimle birlikte yürümeye başladılar. Bir taraftan Çince konuşuyorlardı, ama oldukça yavaş ve anlamamız için çaba harcayarak. El kol hareketleriyle de söylemek istediklerini anlatmaya çalışıyorlardı. Arada da İngilizce'ye geçiyorlardı; ancak İngilizceleri bizim Çincemiz kadar olmasa da kötüydü. Neyse, birbirimizin dediklerinin dörtte birini anlayarak sohbet ediyorduk. Bir taraftan yürüyorduk. Fıskiyelerin önünde, olimpiyat bebeklerinin önünde, hep birlikte fotoğraflar çektirdik. Sonra telefon numaralarımızı istediler, verdik. Sonra gitmeleri gerektiğini söylediler. Biz de saate baktık aslında bizim de gitmemiz gerekiyordu, çünkü son otobüsün kaçta olduğunu bilmiyorduk, hem daha otobüse bineceğimiz yere gidene kadar uzun bir yol yürüyecektik. Yine de centilmenlik yapıp önce onları binecekleri otobüslerine götürdük, yolcu ettik, sonra biz de otobüsümüze doğru gittik, ve sorunsuz bir şekilde döndük.
Yolda yine sohbet ediyorduk. İlk defa yalnız başımıza otobüse binmiştik, ilk defa birine yer sormuştuk, ilk defa dünyanın en büyük meydanına gitmiştik. Güzel ilkler yaşamıştık ve ciddi bir sorun yaşamamıştık. Kendimize güvenimiz biraz daha artmıştı, daha başka yerler görmek için, yine kendi başımıza bir şeyler yapmak için içimizde istek oluşmaya başlamıştı. Onlar için de planlar yaparak yurdumuza vardık ve günün yorgunluğuyla odalarımıza gittik.