İki Türk, İki Çinli–2

    2007-10-17 23:00:04                cri

   

    Geçen programda sözünü etmiştim. Bahadır diye bir başka Türk arkadaşla birlikte yemek yerken şans eseri tanıştığımız Çinli arkadaşımız Guang Kai ve onun sevgilisi Lucy, bizi Lucy'nin şarkı söylediği bara davet etmiş, Lucy'i dinlemek üzere başladığımız maceramızda Guang Kai bizi önce lüks bir çay evine götürüp çay içirmiş, ardından ünlü ve büyük bir ördek restoranına götürüp Pekin ördeği yedirmiş, sonrasında da Lucy'nin barına gidip orada güzel vakit geçirmiştik. Fakat Guang Kai ile olan maceramız burada bitmedi.

    Bizi birkaç gündür tanıyan bir Çinlinin neden bu şekilde yakınlık gösterdiğini, böyle pahalı yerlere götürüp bizim için para harcadığını, Çinliler'i ve geleneklerini öğrenmeye başladıkça yavaş yavaş anlıyorduk. Fakat biz henüz bir aydır Çin'de yaşayan, Çincesi birkaç cümlenin ötesine geçmeyen iki yabancıydık, durum ortadaydı, anlaşamıyorduk. Anlaşmak istediğimiz zaman sözlüğümüzü Guang Kai'a veriyorduk. O Çince olarak uzun bir cümle yazıyordu. Sonra biz İngilizcesi'ne bakıyorduk. Tabii cümle uzun ve karmaşık olunca sözlük her zaman tam ve doğru çeviremiyordu. Çeviriyi okuyorduk, sonra aralarda yakaladığımız bildiğimiz kelimeleri de hesaba katıyorduk, "şunu demek istedi" diye bir yoruma varıyorduk, sonra nasıl cevap vereceğimizi kararlaştırıyorduk, bunun İngilizcesi'ni sözlüğe yazıyorduk, çıkan karakterleri ona gösteriyorduk, o genellikle gülerek karşılık veriyordu, sonra 10-15 cümle söyleyip, sanırım en önemli ve özet olanını da sözlüğe yazıp bize geri veriyordu. Yani pek kolay değildi hiçbirimizin işi. Ama o yine de arıyordu, soruyordu, mesaj atıyordu. Mesaj attığında işimiz kolaydı, ya İngilizce bilen bir Çinli buluyorduk, ona götürüyorduk, çevirttirip cevabı da ona yazdırıyorduk, onu bulamazsak sözlüğe kendimiz yazıyor ve cevaplıyorduk. Hadi yüz yüzeyken de hem beden dili, hem de sözlük bir nebze anlaşmamızı sağlıyordu. Ama telefonla aradığı zaman hiç şansımız yoktu, eğer çevrede İngilizce bilen bir Çinli, ya da Çincesi çok iyi olan bir Türk bulamazsak o zaman bazen telefonu bile açmıyorduk. O da bir saat sonra tekrar arıyordu.

    Neyse iletişim bu şekildeyken, Lucy'nin barına gittiğimizin ertesi günü Guang Kai bizi yine şaşırttı. Ben bir ihmalkârlık yapıp, hırkamı ördek yediğimiz restoranda unutmuştum. Sevdiğim de bir hırka olduğu için, "neyse gitti artık, canımız sağ olsun" demek çok zor gelecekti. Bildiğimiz Çince'yle "Alican giysisini restoranda unuttu, garsona söyleyebilir misin" şeklinde bir şey yazdık. İki saat kadar sonra uzun bir cevap geldi. Hemen birini bulup çevirttirdik, demiş ki, "restorana gittim, giysini buldum, garsona söyledim, senin de adını verdim, bu akşam saat 8'den sonra istediğiniz zaman gidip alın". Biz çok teşekkür ettik, fakat nasıl gidecektik ki, gittiğimiz yerin neresi olduğunu bile bilmiyorduk o sıra. Teşekkürün sonuna, sözlükten "adres" nasıl söyleniyor ona baktıktan sonra, "O restoranın adresi ne?" şeklinde bir soru daha ekledik. O da adresi Çince olarak yazdı, ne zaman gideceğimizi sordu. Biz de "akşam 9.30 civarı gideceğiz" diye yazdık. Sonrasında cevap gelmedi. Neyse gün geçti. Bahadır tabii sürekli bana sitem edip yarı şaka yarı ciddi kızıyor; "neden unuttun, neden dikkat etmedin, nasıl bulacağız" diye söyleniyordu. Ben de mahçubum, bir şey diyemiyorum; unutmuşum işte ne yapalım! Böylece akşam oldu, biz yurttan çıktık. Tam taksiye bineceğiz, arkadan güçlü bir korna sesi. Bir döndük baktık Guang Kai arabasının içinde bize el sallıyor. Birbirimize baktık, şaşırıp kaldık. Yanına gittik, "niye geldin, teşekkür ederiz" gibilerinden bir şeyler sorduk, "önemli değil" ibaresinin de geçtiği birçok cümle söyledi, sonra arkaya doğru uzanıp bir şey aldı. Bir baktım benim hırka! O an gerçekten yüzüm kızardı, ne diyeceğimi bilemedim. Doğru düzgün teşekkür etmeyi, minnet ifade etmeyi de bilmiyorum ki, papağan gibi sürekli, tek bildiğim yolla teşekkür ediyorum mahçup bir şekilde. O ise yine bir şeyler söylemek istiyordu. Tabii biz onunla buluşmak niyetinde olmadığımız için yanımıza sözlük almamıştık. Onu görünce gitmekten vazgeçtik, ne de olsa biz gidip restoranı bulup, benim hırkamı alıp gelecektik. Onu yurdumuza davet ettik, o esnada birimiz de gidip sözlüğü alıp gelecekti. Geldi. Şanslıydık ki o sıra, İngilizce bilen Çinli birkaç kişi vardı civarda, onları da masamıza davet ettik. Guang Kai çok fazla oturmak istemediğini, yalnızca bize bir daveti olduğunu söyledi. Üç-dört gün sonrasına bir tarihe, bu kez de bizi evine davet ediyordu! Annesiyle tanıştırmak istediğini, birlikte yemek yemek istediğini söylüyordu. Biz artık adeta şaşırmaya alışmıştık zaten. Fakat o sıra benim boğazım ağrıyordu, dedim ki şu an sağlığım çok iyi değil, hani boğazım ağrıyor demeye yetmiyordu Çincem henüz, yalnızca sağlığım çok iyi değil dedim, sonra da boğazımı gösterdim, eğer dedim üç gün sonra iyi olursam geliriz. O da tamam dedi ve fazla oyalanmadı. Ben tekrar teşekkür ettim hırka için. Sonra gitti.

    Ertesi sabah erkenden, Bahadır'ın ısrarla çalan telefonuyla uyandım. Açtım "ne oldu?" dedim. "Guang Kai üç defa aradı, Çinli bulmamız lazım" dedi. Hemen fırladık odadan, gittik bulduk birilerini, telefon açtık. Arkadaş kısacık konuştu kapattı, biz hemen sorduk ne olmuş diye. "Okulun kapısının önündeymiş, sizi bekliyor" dedi. Biz yine şaşırıp birbirimize baktık. Bahadır bu kez mahçup oldu, dedi ki adam beni yarım saattir arıyor, yarım saattir kapının önünde mi bekliyor ki? Neyse koşa koşa, üzerimizde pijamalarımızla çıktık. Sözlük de yok. Gittik, yine gayet güleç bir yüzle karşıladı bizi. Bu kez tekrar mahçup olma sırası bana gelmişti. Elinde kocaman kocaman iki tane paket, iki farklı çeşit geleneksel Çin çayı tutuyordu. Boğazı gösterdi, "sıcak su" dedi, "çok iyi" dedi. Ben ne diyeceğimi bilemedim, bir gece önce boğazım kötü dediğim için adam unutmamış, üşenmemiş, boğazıma iyi geleceğini düşündüğü iki farklı çay almış ve sabah sabah getirmiş, üstelik yarım saat de bizim anlayıp da çıkmamız için kapının önünde beklemişti. Garip bir durumdu. Neyse yurda davet etmeyi akıl ettik. O da geldi. Sıcak su ve bardak istedi. Hemen getirdik. Bir paketten birkaç tane çiçek çıkardı, diğer paketten bir miktar ot çıkardı, üzerine kaynar su ilave etti, biraz bekledi, sonra bana uzattı, "iç" dedi, sonra boğazını göstererek "çok iyi" işareti yaptı. Aynı şekilde Bahadır'a da bir bardak çay yaptı, sonra sözlüğü de getirdik, biraz sohbet ettik. Yarım saat kadar sonra gitti. Gitmeden önce ev davetini unutmamamızı yineledi, biz de tamam dedik. O gidince biz yine yorumlara başladık, neden böyle yapıyor, neden mahçup ediyor, bunların karşılığında biz ne yapmalıyız gibi... Ama daha ne onu götürebilecek bir yer biliyorduk, ne de onu gezdirebilecek kadar Çincemiz vardı.

    Aradan birkaç gün geçti. Evine gideceğimiz gün geldi. Biz hazırlandık, ikimiz de sözlüklerimizi şarjlarını en üst düzeye getirip yanımıza aldık. Söylediği saatte geldi, bizi aldı, çıktık yola. Şu an olsaydı nereye gittiğimizi söyleyebilirdim, ama o zaman bilmiyordum. Sakin, düzgün bir mahalle idi. Büyük bir apartmanın önünde durdu. Biz heyecanlı, biraz da gergindik, sonuçta hem nasıl anlaşacağız bilmiyorduk, ne kadar oturacağız bilmiyorduk, hem de ilk defa bir Çin evine gidiyorduk. Yukarı çıktık, kapı açıldı ve girdik. Kapıyı açan bayanı önce annesi sandık. O annem içerde dedi. Meğer evin yardımcısıymış; yemeklerini yapıyor, annesine bakıyor, buna karşılık da onlarla birlikte yaşıyormuş. İçeri geçtik. Baktık annesi içerde oturuyor. Gittik. Öncesinde "geleneksel Türk" ve "yaşlı insan" nasıl deneceğini ezberlemiştik, bunları söyleyerek kadının elini öpmek istedik. Önce istemedi, sonra sanırım anladı, elini öptük, çok hoşuna gitti, gülmeye başladı, bir şeyler söyledi, sonra hepsi güldü. Ne dediklerini halen bilmiyoruz ama kötü olmadığı kesin. Annesinin Çincesi Guang Kai'dan daha yavaş ve daha netti, yani biraz daha fazla anlayabiliyorduk. Ama sözlüğe yazmayı bir türlü öğretemedik. O yüzden sözlük gerektiğinde Guang Kai yazıyordu. Sonra biz yazdığımızda annesi alıp okuyordu. Kadın 60-65 yaşlarında idi ve elektronik sözlükteki karakterleri gözlüksüz okuyabiliyordu. Maşallah dedik kendi kendimize. Sonra ona anlattık, o yaşta, gözlük kullanmadan okuyabiliyor, sonra yine "maşallah" dedik, e "maşallah"ı başka nasıl anlatacağız, yine önceden ezberlediğimiz "geleneksel Türk" dedik, o da anladı, ya da anlamış gibi yaptı.

    Evde ilk dikkatimizi çeken, çok büyük salon yapısı oldu. Belki 80 m²'lik bir salon vardı ve salonda büyüklüğünün tersine çok az eşya vardı. Bir kocaman televizyon, bir vitrin, bir yemek masası, ayakkabılık, büyük bir portmanto, beş kişilik de koltuk; o kadar. Belki böyle peşpeşe sayınca "daha ne olsun o kadar şey varmış" demişsinizdir, ama öyle değil. İki küçük çocuğun rahatlıkla futbol oynayabileceği kadar boş yer vardı. Yerde iki tane küçük kilim dışında başka halı benzeri bir şey de yoktu. Neyse ben merak ettim, evi gezmek istedim. Bakıcı kadın "tabii gel" dedi. Bahadır oturdu ben kalktım. Önce lavaboya gittim. Çok büyük olmasa da büyük sayılabilecek bir banyosu vardı. Duşakabin, çamaşır makinesi, havlular... Ellerimi yıkadım. Banyonun yanında oda vardı. Odaya girince büyüklüğü beni yine şaşırttı. Yaklaşık 60 m²'lik de bir oda. Odanın ortasına bir tane paravan çekmişler, yani oda görüntü olarak ikiye bölünmüş. İki farklı bölümde iki tane kocaman yatak, bir kocaman gardrop, etajerler, şık bir halı. Yine sade bir düzen. Sonra mutfağa gittik. Mutfak da evle uyumlu şekilde büyük ve L şeklindeydi. Girince L'nin diğer ucu görünmüyordu. Sanırım evdeki tüm eşyalar kadar eşya, tek başına mutfakta vardı, ama bulaşık makinesi yoktu. Sonuçta birçok Türk evinde, hele ki maddî olarak bu derece iyi denebilecek bir evde bulaşık makinesi olmaması olanaksızdı, ama burada yoktu. Demek ki Çinliler böyle bir şey kullanmıyor diye düşündüm. Fırın, her türlü malzeme, baharatlar, soslar, kocaman dolaplar, 20 kişiye yetecek kap kacak, L mutfağın ucunda da bir masa, üzerinde boya fırçası ve boya. Tabii ben ilk gördüğümde böyle sandım. Merak ettim acaba arkadaşımız aynı zamanda ressam mı diye. Kadın bir şeyler söyledi, anlamadım. Sonra gülümsedi, Guang Kai'a seslendi. Bahadır ve Guang Kai birlikte geldiler. Meğer benim boya fırçası sandığım, kaligrafi fırçasıymış. Yani geleneksel Çin güzel yazı yazma sanatı. Arkadaşımız bu işle ilgileniyormuş. İlk bakışta çok kolay görünüyordu; gerçekten çok estetik ancak kolay gibiydi... Ben de denemek istedim, aldım elime fırçayı, bildiğim bir karakter yazdım. Hiç güzel olmadı. Bir daha denedim yine olmadı. Sinirlendim kendi kendime, sonuçta bir karakter yazıyordum ve nasıl yazıldığını biliyordum, neden aynı olmuyordu ki? Bahadır güldü, denemek istedi. Onunki benimkinden beter oldu. Sonra Guang Kai bize gösterdi. Fırçayı acayip bir tutuş tekniği varmış, bilmem kaç derece eğik olacakmış, fazla eğmeyecekmişiz, dike yakın bir açıda olacakmış, yazarken arada çevirecekmişiz filan… Sırf yazı yazmak bile zor bu teknikle. Adlarımızı yazmamızı istedi ama daha biz adlarımızın Çince yazılışını bilmiyorduk, yalnızca söylenişini biliyorduk, biz söyledik o yazdı...

    Kaligrafi dersimiz bittikten sonra bakıcı hanım sanırım salona geçmemizi istedi, Guang Kai da bizi salona götürdü. O akşam Çin'deki bir festival akşamıydı, televizyonda kutlama programları vardı. Ben düşündüm, acaba kötü bir zamanda mı geldik, festival akşamı dışarı mı çıkacaklardı, sonuçta havai fişek gösterileri filan vardı. "Yok" dediler, "evde ailece geçirecektik, misafir olunca daha mutlu olduk". Biraz televizyon izledik. Sonra bakıcı hanım yemekleri getirmeye başladı. Yaklaşık 7-8 tabak yemek geldi, zaten fazla büyük olmayan masanın üzeri doldu. Ben henüz "kuaizi", yani çubuk kullanarak yemeğe alışmamıştım, çatal istedim, çatal yokmuş kaşık verdiler. Yemeğe başlamadan önce de çay ve bira geldi. Ben tam birayı açacaktım, Guang Kai bana çay doldurdu ve çayın içindekileri gösterdi, sonra da boğazını göstererek "çok iyi" işareti yaptı, sonra içmemi söyledi. O çay, bana boğazım hastayken getirdiği çayla aynıydı. Yana yana içtim, bir tane daha doldurdu, onu da içtim. Sonra güldü, "tamam şimdi bira iç" dedi. Zaten bira da pek soğuk değildi. Daha önce hiç yemediğimiz fakat hiçbiri de kötü gelmeyen birçok şey yedik. Sebze, et, baharat, her türlü lezzet... İki tanesini çok beğendim, ama Çin'e gelmeden önce bir yerde şunu okumuştum: Eğer bir Çinliyle birlikte geleneksel bir yemek yenirse, tabaktakinin bitmemesi, her zaman artması gerekiyormuş. Eğer biterse bu, gelen yemeğin yeterli olmadığına, az olduğuna, doymadığına işaretmiş. Doğru muydu değil miydi bilmiyorum ama Bahadır'a da söyledim o da "ben de öyle bir şeyler duydum" dedi. Anlaşılan o iki kap yemeği o da çok sevmiş ki, son birkaç parça kalana kadar sürekli ondan yedik, sonra "tamam bunu bırakalım" diyerek üzüntüyle diğerlerine yöneldik. Annesi sanırım bizim onu beğendiğimizi anlamış olacak ki, elindeki çubuğuyla bir kısmını benim tabağıma, bir kısmını Bahadır'ın tabağına koyarak o yemeği bitirdi. Biz teşekkür ettik, memnun olduk. İnce bir düşünce ve gözlem neticesi olduğu kesindi, ee sonuçta tabağımıza konduğuna göre yememek de olmazdı. Dünya kadar şey yiyerek şiştik. Bu arada televizyondu, yemek hazırlığıydı, kaligrafi dersiydi, yemekti derken üç saat geçmişti. Yani o kadarcık Çincemizle bir Çinli ailenin evinde üç saat sohbet etmiştik ya, bize de helal olsun denirdi. Yemekten sonra artık yavaş yavaş kalkalım dedik. Guang Kai yine sözlük aracılığıyla, bizim okul tarafına gidecek bir arkadaşı olduğunu, onu arayacağını, bizi onun bırakacağını söyledi. Gerek yok, taksiyle gideriz filan demeye kalkıştık ama o aramıştı bile. Konuşuldu, sonra "20 dakika sonra" dedi. 20 dakika daha sohbet ettik, sonra her şey için teşekkür ettik. Hem annesinin hem de bakıcının ellerini öptük, hoşlarına gittiğini umuyoruz. Guang Kai bizimle birlikte aşağı indi, arkadaşına yolu tarif etti, bizimle vedalaştı. Biz tekrar teşekkür ettik, arabaya bindik, ve yine konuşması Guang Kai'dan daha net olan arkadaşıyla sohbet etmeye çalışarak yarım saat içinde yurda vardık. Evet, ilginç bir akşam daha bu şekilde noktalanmıştı. Bir aylık Çincemizle bir Çinli ailenin evine konuk olmuş, yemek yemiş, dört saate yakın sohbet etmiş, televizyon izlemiş, elimizden geldiğince bir şeyler paylaşmıştık. Mutluyduk. Ama neden o kadar şey yaptığını halen ikimiz de anlamıyorduk. Gecenin bir yarısı şiş yerken şans eseri başlayan bir arkadaşlık, çay evi, ördek restoranı, bar, unutulan hırkanın getirilmesi, boğaz ağrısı için çay alınıp getirilmesi, eve yemeğe davet… Açıkçası Türkiye'de olsa, ben rastgele tanıştığım ve doğru düzgün iletişim bile kuramadığım iki yabancı için bu kadar şey yapmam. Sonuçta birkaç aylık arkadaşımsa, çok şey paylaşmışsam, çok iyi anlaşıyorsam tamam, misafirperverlik elbette gösteririm ama bu durumda gerçekten şaşırtıcı derecede iyi bir yaklaşım görmüştük, şaşkın ve memnunduk.

    Evet sayın dinleyiciler. Guang Kai'la olan maceralarımız burada sona erdi. Aslında bugün bir başka maceramı daha anlatmak istiyordum ama eğer başlarsam programın süresini sanırım oldukça aşarız. O yüzden o macerayı gelecek programa bırakalım. Çincesini öğreneceğimiz kelimelerle bugünkü programı bitirelim.

    Çince "Türkiye" nasıl denir, daha önce söylemedim. Tu(3) Er(3) Qi(2). Geleneksel kelimesinin de Çincesini öğrenelim. Chuan(2) Tong(3).

© Copyright by www.cri.cn, 2007