İki Türk İki Çinli

    2007-10-03 06:50:27                cri

   

    Kaldığım yurt, şehrin çok merkezinde sayılmaz. Çevresinde her ne kadar restoranlar varsa da akşam saat 10.00-10.30 oldu mu hepsi kapanır. Ama hayat o saatte bitmiyor tabii ki. Saat 23.30 olmuş ama biz acıkmışız. Zulada da stok yok. Böyle zamanlarda adres belli. Okulumuza yürüyerek 3-4 dakika mesafedeki köprünün altı. Kısaca "köprü altı" deriz. Bizim okuldaki bütün Türkler bu şekilde bilir. Köprünün altında ne olabilir ki ? Muhteşem kuzu şiş yapan bir karı koca. Çin'de çok yaygındır böyle köprü altlarında, seyyar, sokak ortalarında, veya bir tentenin altına yerleşmiş ve her türlü şiş, sosis, abur cubur yiyecekler yapan, istendiğinde hemen önündeki kaynar su – yağ karışımının içine atıp 3-4 dakikada pişirip size veren satıcılar. Bu benim bahsettiğim ise bildiğiniz kuzu şiş. Seyyar tablasının içinde yanan kömür ateşi, naylonlarının içinde getirdiği yüzlerce şiş. Bu adam hem o kadar eti, hem de o kadar çubuğu nasıl buluyor diye hep düşünürdük ama akıl erdiremezdik. Üstelik 2 tanesi 1 yuan, yani tanesi yaklaşık 10 kuruşa denk geliyor Türk parasıyla. Lezzet derseniz harika. Hemen pişirdiği yerin karşısına 3-4 tane küçük masa, her masaya 2-3 küçük tabure, kocaman bir buz torbasının içinde duran kolalar, biralar. Seyyar bir küçük restoran yani.

    Bu restoranın iki özelliği var ama diğer birçoğundan farklı. İlk özelliği, bizim gibi gece acıkanlara, ya da gececilere hitap ediyor olması. Çünkü o amca saat 23.30'dan sonra gelir, gece saat 3'e kadar oradadır her akşam. Acıkanlar, canı sıkılıp gezmeye çıkanlar, sevgisiyle romantik bir şekilde akşam dışarıda dolaşmak isteyenler, ya da bardan çıkanlar için birebirdir. Türkiye'de hani bar çıkışı, eğer Taksim'deki bir bardaysanız üç seçeneğiniz vardır. Ya Kızılkayalar ya da Bambi'ye gidip ıslak hamburger yersiniz, ya Tarlabaşı'na doğru inen yoldaki işkembeciye gidip işkembe ya da kelle paça içersiniz, ya da Elmadağ yolundaki kokoreççide kokoreç ve midye yersiniz. İşte Çin'de bunların yerini şiş almış.

    Bu restoranın ikinci bir özelliği de sadece şiş satmıyor yiyecek olarak. Hani karı koca birlikte dedik ya… amca şiş yaparken teyze de jiaozı yapıyor. Jiaozı'yı Çin'de yaşayan hemen her Türk bilir, sever ya da sevmez ama yemiştir en az bir kez. İngilizce'ye de, dolaylı olarak Türkçe'ye de "mantı" olarak çevrilmiş. İçine farklı et ya da sebze karışımlarının konduğu, sonradan yuvarlanarak ağzı kapanan, sonra da sıcak su içinde pişirilen hamurlar. Yani Türkiye'deki mantı ile aynı hazırlanış mantığı. Ama tat olarak da ebat olarak da çok farklı. Tadını tarif edemem, özel, bence çok güzel bir tadı var. Ama büyüklük olarak, mesela Türkiye'de bir çorba kaşığı daldırır 6-7 tane mantıyı atarsınız ağzınıza. Bu mantı büyük. Bir tanesi ağzınıza tek seferde bazen sığar, bazen ısırmak zorunda kalırsınız. Ayrıca bu mantı, geleneksel olarak sirke ve soya sosu karışımı bir sosla yenir. Bizdeki gibi sarımsaklı yoğurt ve tereyağının yerini de sirke ve soya sosu almış. Fakat güzel bir bileşim oluyor. Üstelik bizim teyze 5 tanesini 1 yuanden satıyor o kocaman mantıların. Yani 25 tane koca koca mantı yiyorsunuz, doyuyorsunuz ve toplam 5 yuan, yani 1 Lira para veriyorsunuz. Tabi biz mantıyı ekmek niyetine yiyorduk, yanında bir de şiş. Lüks lokantada yemenin tadı da farklıdır, ama böyle gecenin bir vakti acıkıp, yurt kapısı kapalı olduğu için duvardan atlayıp, gidip, soğuktan titreyerek, amcanın şiş pişirdiği ateşin etrafında ellerimizi ısıtarak mantı ve şiş yemenin tadı da bambaşkadır, lüks restorandan bir yönüyle daha egzotiktir.

    Neyse gelelim biz olayın devamına. Bir gün bir arkadaşla karnımız acıktı, çıktık yine köprü altına gittik gecenin 1'lerinde. Ama ne kalabalık, her masa dolu, oturacak yer yok. Neyse siparişimizi verdik, kişi başı 20'şer jiaozı, 25'er de şiş. Düşünüyorduk acaba paket mi yaptırsak çünkü oturacak yer yok. Tam o anda bir erkek ve bir bayanın bize bakıp gülümsediğini gördük, bizi yanlarına çağırdılar. Bir masada ikisi oturuyorlardı, yanlarında da 2-3 tabure boştu. Önce arkadaşla birbirimize baktık kabul etmeli miyiz gibilerinden. Sonra dedik ne olacak, gidelim sohbet edelim, Çinliler sıcak kanlı insanlar, yabancılara da yakın ilgi gösteriyorlar. Yemeğimizi aldık gittik oturduk. İkisi de Çinli. Adamda hiç İngilizce yok, bir de nasıl hızlı konuşuyor Çinceyi. Biz zaten geleli 1 ay olmamış daha, bir cümlede 3-4 tane anladığımız kelime çıkarsa gerisini tahmin etmeye çalışarak anlıyoruz söyleneni, ama bu adamın konuşmasında bir tane bile çıkmıyor. Neyse ki bayan biraz İngilizce biliyormuş, o yardımcı oldu. Çocuk öğrenciymiş. Kız ise bir barda klavye eşliğinde şarkı söylüyormuş haftanın 2 günü. Bizi de davet ettiler. Biz teşekkür ettik, hani reddetmiş olmayalım diye tabi olur memnun oluruz dedik, yoksa daha bir yer bilmiyoruz, konuşamıyoruz, nasıl olacak da barın adresini bulacağız da kendi kendimize gideceğiz. Neyse adam arkadaşın telefonunu istedi. Arkadaşım anlamıyor da olsa daha çok adamla sohbet etti, bense İngilizcesi var diye kızla sohbet ettim. Kız gelirsek çok memnun olacaklarını filan söyledi. Neyse sonra onlar yemeklerini bitirdiler kalktılar. Bir baktık ki arabaları varmış. Sırf şiş yemeğe buraya gelmişler ta nereden. Şaşırdık, ilginç geldi. Bindiler arabalarına el sallayıp gittiler. Biz de sohbetimize ve yemeğimize devam ettik. Gün galiba Pazar ya da Pazartesiydi, kızın şarkı söyleyeceğiz gün de Çarşamba ya da Perşembeydi yani sanırım 3 gün sonrasıydı. Adam bir kağıda barın adresini yazmıştı ama okumak ne mümkün, el yazısı. Düşündük acaba gider miyiz diye, sonra dedik boşver zor iş. Neyse sonra gidip yattık.

    Aradan iki gün geçti, yani kızın çıkacağı güne 1 gün kaldı. Arkadaşla tam dersten çıkmıştık ki arkadaşın telefonu çaldı. Baktık o adam arıyor. Şaşırdık. Açtı, tabi o adam, patır patır bir şeyler söylüyor. Sonra kapattı. Biz hemen İngilizce bilen bir Çinli bulduk, tekrar aradık adamı, Çinliyle konuşturduk. Kapattıktan sonra Çinli bize, yarın akşam saat 8'de arabasıyla sizi köprü altından almaya gelecekmiş, daha önce bahsettiği yere götürecekmiş, 8'de hazır olmanızı söyledi dedi. Şaşırdık. Adam bizi unutmamış, dediğinde de ciddiymiş, üstelik almaya gelecek, e artık reddedilecek bir yanı kalmadı. Ertesi gün hazırlandık, 8'e 10 kala gittik köprü altına. Baktık adam orada, arabanın içinde bekliyor. Bizi görünce hemen indi, bize kapıyı açtı şaşırdık. Bindik, o bir şeyler söylüyor, anladığımız kadarına cevap veriyoruz ama tabi söylediklerinin %5'i civarı. Neyse sonrasında o da çok fazla konuşmamaya başladı, en azından direksiyon başındayken.

    Yaklaşık 35 dakikalık bir yolculuktan sonra geleneksel yapılı bir binanın önünde durduk. Bara benzetemedik, hani kız arkadaşı barda çalışıyordu ? Sorduk burası bar mı diye. Değil dedi. Çay içeceğiz dedi. Biz şaşırdık, yani dedik kendi kendimize, Çin'de nereye gitsen çay getiriyorlar zaten, özel olarak çay içmeye diye böyle bir yere gelmenin gereği yoktu. Neyse girdik içeri, kapıda karşılandık, yol gösterildik, özel, lüks, klimalı, televizyonlu bir odaya oturduk. Çay ve çayın yanında kurabiye cinsi birçok şey geldi. Kapıda bir garson sürekli bekliyor, kimin çayı azalsa gelip tazeliyordu. Ama arkadaşın öncesinde burası ile tanışıklığı olduğu belliydi. Yanımıza sözlük almadığımız için pişman olduk. Söylediklerini anlamaya çalışıyorduk, o bir şey diyordu, sonra ikimiz aradan seçtiğimiz kelimeler hakkında yorum yapıyor, büyük olasılıkla şunu demiştir diye sonuç çıkarıyor, sonra nasıl cevap verelim diye tartışıyor, o cümleyi kafamızda kuruyor ve söylüyorduk. Biz söyleyince o gülüyor, sonra yaklaşık 10-15 cümle daha söylüyordu. Bu şekilde sohbet etmeye çalışıyorduk. Neyse çayımız ve kurabiyelerimiz bitti, daha istemediğimizi söyledik. Kalktık, çıktık. Yine kapıya kadar uğurlandık. Artık sanıyorduk ki bara gidiyorduk.

    Neyse arabaya bindik. 5-10 dakika sonra az öncekinden daha büyük ve yine geleneksel Çin yapısı bir binanın önünde durduk. Bar burası mı dedik, yine değil dedi, birçok şey söyledi, aradan "kao ya" kelimesini seçtik, yani ördek. Meğer bara gitmeden önce bizi bu kez de ördek yemeğe getirmiş. İçeri girdik ama oldukça lüks, elit bir yer. Biz birbirimize sorduk acaba üzerimizde yeterli para var mı diye, çünkü o ısmarlarsa sorun yok, ama sonuçta zaten çay evinde o ödemiş, burada hesap üçe bölünürse o zaman çok az tutmasa gerek. Neyse, 3 kişiye 10 kişilik yemek geldi. Ördeğin her bölümünü ayrı ayrı, usulüne göre, kendine has sosla, hamurla yedik. Sonra adam, tuvalet diyerek kalktı. Gitti, meğer hesap ödeyecekmiş. Ödediği hesabı görünce ağzımız açık kaldı, adam 900 yuan verdi, ve bozuk geri aldı, yani 800 ile 900 arası bir miktar. Şaşırdık, biraz da tedirgin olduk, yani bizi 2 gündür tanıyan birisi neden böyle pahalı bir yerde bize böyle bir yemek ısmarlasın ? Ki çay evinde de ödediği miktar pek az olmasa gerekti. Neyse yapılacak bir şey yok, akşam devam ediyor, verilmiş bir söz var. Çok teşekkür ettik ve çıktık, bu kere gerçekten birçok barın olduğu bir yere gittik. Arabayı uzak bir yere park etmek zorunda kaldık, sonra bir merdivenden çıktık ve içeri girdik. Kız sahnede şarkı söylüyordu. Bizi görünce el salladı, biz de el salladık. Sonra oturduk. 3 kişiye 15 tane bira, 4-5 tabak çerez, patates kızartması, sosis, farklı mezeler geldi. Şaşırdık kaldık yine. Neyse o da içiyor, biz de içiyoruz, kız arada İngilizce parçalar söylüyor, eşlik ediyoruz, Çince olanlara da adam eşlik ediyor, bir süre geçti. Sonra kız ara verdi. Yanımıza geldi oturdu. Ben baktım orada klavye öylece duruyor. Kıza "çalabilir miyim" diye sordum. Kız da şaşırıp bana "çalabilir misin" diye sordu. Güldüm. Ben izin almak için sormuştum, kız ise "çalmayı biliyor musun" anlamında sormuştu, ama İngilizcesi çok iyi olmadığı için soru aynı soruydu. Sonra o da güldü, klavyeci arkadaşına söyledi. Ben tam klavyenin başına gittim, Türk arkadaşım da geldi. Bu arada ismi Bahadır, bundan sonra Türk arkadaşım diye bahsetmeme gerek yok. Çinli arkadaşın adı Guang Kai, kızın adı da Lucy. Çince adını bilmiyoruz. Neyse Bahadır geldi, "ne çalacaksın, ben de söyleyeyim mi" dedi. Ben aslında klasik çalmayı planlıyordum, hani bir Türk olarak Çin'de Türk Marşı'nı çalmak hoşuma giderdi. Bahadır da hemfikir oldu, "onu çal bitir sonra geliyorum" dedi. Çaldım bitirdim, tüm barda hiç ilgilenmiyormuş gibi görünen insanlardan büyük bir alkış geldi, şaşırdım ve memnun oldum. Sonra Bahadır geldi, hemen karar verdik, Hatırla Sevgilim ve Eski Dostlar parçalarını çalıp söyledik. Sonra yine büyük bir alkış geldi, selam verdik gidip yerimize oturduk. Guang Kai ve Lucy çok memnundu, tebrik ettiler, teşekkür ettiler. Biz de teşekkür ettik bize bu fırsatı verdikleri için. Sonra Lucy tekrar sahneye çıktı, biz de dinlemeye ve eşlik etmeye devam ettik. Bu arada biralar bitmiş, bizim kafa da iyi olmuştu, keyfimiz de iyiden iyiye yerine gelmiş, içimizde o ilk tedirginlikten eser kalmamıştı. Sanırım bir 45 dakika daha geçti ki Lucy programını bitirdi, yanımıza geldi. "İsterseniz dışarıda oturalım" dedi, dışarı çıktık. Orada bir masa bulduk oturduk. Sohbet etmeye başladık. Sonra baktık, Lucy yan masadakileri tanıyor. Onları da masamıza davet etti. Birileri daha geldi, onlar da İngilizce biliyormuş. Sanırım onlar da barda çalışan, Lucy'nin arkadaşları. O ara anladık ki Lucy ile Guang Kai'ın biraz araları bozuk, arkadaşları onların arasını düzeltmeye çalışıyor. Guang Kai ne yapmışsa artık, Lucy sürekli bozuyor, somurtuyor. E biz de dedik biz de onlar için bir şey yapmaya çalışalım, hem sonuçta bozuk olan taraf İngilizce biliyor, başladık dil dökmeye. İşe de yaradı. Kız biraz yumuşadı, gülümsemeye başladı Guang Kai'a. O an dedik ki her şeyi tadında bırakmak gerek, biz izin isteyelim. Guang Kai bizi yurda arabasıyla bırakmak konusunda ısrar etti, ama yok dedik. Arkadaşlarına söyledik İngilizce, onlar çevirdi, dedik ki bak kız arkadaşın burada, hem daha yeni barıştınız, şimdi onu yalnız bırakıp gidersen belki tekrar kızar, sen burada onunla kal, sadece bize nereden taksiye binebiliriz onu göster, biz kendimiz gideriz, çünkü okulun adresinin yazılı olduğu bir kağıdımız vardı, onu dedik şoföre gösteririz, sorun olmadan gideriz. Böyle deyince razı oldu. Guang Kai bize teşekkür etti, biz de ona. Lucy de ayrıca geldiğimiz ve şarkı söylediğimiz için teşekkür etti. Taksiye binerek oradan ayrıldık. Takside halen Bahadır'la sohbet ediyorduk. Çünkü halen anlamamıştık yani bizi tanımayan birisi önce özel olarak çay içmeye bir çay evine götürüyor, sonra o kadar lüks bir restorana götürüyor, sonra bara götürüyor, o kadar içkiler ısmarlıyor… Sonradan öğrendik ki Çin kültüründe bu varmış. Maddî durumu belli bir seviyenin üzerinde olan bir Çinli, mümkün olduğunca misafirperver davranarak, arkadaşlarını güzel yerlere götürerek, hem kendisi mutlu olurmuş, hem paylaşmaktan gurur duyarmış, hem de zengin olduğunu belli etmiş olurmuş, onlar için bu önemliymiş. Biz de bunu birebir yaşayarak öğrenmiş olduk. Sonuçta o kadar ucuz olan, bir şişi 10 kuruşa yediğimiz Çin'de bir gecede 250 Lira civarı para gerçekten büyük bir rakam. Türkiye'de bile 3 kişinin 250 TL harcaması ucuz sayılmaz, ki burası ucuz bir memleket. Neyse, mutluyduk. Ara sıra muhabbet ettiğimiz Çinli öğrencileri saymazsak, ilk Çinli arkadaşlarımızdı Guang Kai ve Lucy. Gerçi Guang Kai ile, Lucy olmayınca anlaşamıyorduk çünkü Çincemiz yetmiyordu, ama o sanki bundan bile mutlu gibiydi. Neyse, gece sonunda hiç sorunsuz, mutlu bir şekilde bitmişti. Biz de onun dediklerini anlamaya çalışmaktan yorulmuş, içkinin de etkisiyle mayışmıştık. Güzel bir uykuya dalmak için yurtlarımıza gittik ve akşamı noktaladık.

© Copyright by www.cri.cn, 2007