İlk tanıştığım üniversite, yabancı diller üniversitesi oldu. Oraya, aynı zamanda o okulun öğrencisi olan, Ankara'da tanıma şansına eriştiğim Çinli arkadaşım Nisan sayesinde gittim. İlk önce oraya gittim çünkü, öğrenim göreceğim okul olan "Beijing Dil ve Kültür Üniversitesi"nde kesin kayıtların başlamasına daha bir hafta vardı. Arkadaşım Nisan, okulunun misafirhanesine yerleşmemde bana yardımcı olduktan sonra, okulunun yemekhanesini nasıl kullanacağımdan, çevre lokantaların yerine; temel ihtiyaçlarımı nereden satın alabileceğimden, internet hizmetinden nasıl yararlanabileceğime kadar bir dizi önemli konuda bana kılavuzluk etti. Hatta, daha önce bahsettiğim gibi ilk gittiğim tarihi mekan olan, Tian'anmen alanına da onunla beraber gittik.
Bu, dünyanın en büyük tarihi alanına, otobüs ve metroyu kullanarak ulaştık. Otobüs ve metroyu, bir öğrencinin en sık kullandığı ulaşım araçları olarak düşünürseniz, bu kadar erken kullanmaya başlamış olmamın yararlarını anlamanız kolaylaşır.
İlk dikkatimi çeken şey, otobüs ve metronun fiyatları oldu. Otobüsün bilet fiyatı, 1yuan, yani ytl'ye vurduğumuzda yaklaşık 17 ykr. Metro ise 3 yuan, yani 50 ykr. Sonradan öğrendiğim üzere, toplu taşıtım kartı kullandığınızda ise, metro bilet fiyatı değişmemekle birlikte, otobüs bilet fiyatları %60 oranında ucuzluyor. Bir diğer dikkatimi çeken husus, toplu taşıtım araçlarının epey rahat ve elverişli olması.
Rahat, çünkü mesayi başlama ve bitiş saatlerindeki yoğunluğu saymazsak eğer, inip binerken herhangi bir sıkıntıyla karşılaşmadığınız gibi, duraklarda asılı tabelalardan, otobüs kalkış saatlerini, varacağı durakları, hatta bilet fiyatları da dahil olmak üzere, gerekli tüm bilgileri öğrenmeniz mümkün. Aynı rahatlığı metro istasyonlarında da bulabilirsiniz. Yeterki binip ineceğiniz durakların isimlerini iyi öğrenin.
Elverişli, çünkü hemen hemen tüm merkezlere, üniversitelere, tanınmış tarihi mekanlara, büyük mağazalara, eğlence mekanlarına otobüs ve metroyla ulaşmanız mümkün.
O devasa, etkileyici, baş döndüren ve her yönüyle şaşırtıcı alana, yani Tian'anmen'e vardığımızda, ışıl ışıl, capcanlı bir çevreyle karşılaştık. Her yaştan ve renkten insanı, orada, günün her saati görmeniz mümkün. Alana gözlerimi ilk açtığımda, aklıma takılan bir çok soru arasından seçip sorduğum ilk soru, alanın adının anlamı oldu.
Alanın adının tek tek hecelerinin Türkçe karşılıklarının, yani tian: gök, an: güven, sukunet, men: kapı olduğunu bilsek dahi, yüklendiği anlamı, Çin tarihi hakkında, az da olsa, bilgi sahibi olmadan kavrayabilmek pek mümkün olmayacaktır.
Öğrendiğim kadarıyla, Çin imparatorları kendilerini, tanrının yeryüzündeki temsilcileri olarak algılıyorlardı. İmparatorluk sarayının giriş kapısına verilen bu isim, göğe, yani tanrıya giden yola açılan güvenli bir geçiti simgeleyerek anlam kazanıyordu.
İlk hafta boyunca, misafir olduğum üniversitenin kampüsünde gözlem yapma şansı buldum. Henüz çevrenin yabancısı olduğumdan ve Çincem, ihtiyacım olan iletişimi kurmama elvermediğinden, günümün önemli bir bölümünü kampüste geçirdim. Kampüs yaşantısını çok canlı buldum. Ders çalışanlar, spor yapanlar, sevgilisiyle kampüsün bahçesinde hoş beş edenler, müzik dinleyerek kitap okuyanlar, yemek yiyenler, uyuyanlar, resim yapanlar... anlayacağınız öğrencilerin büyük çoğunluğu, derslerinin ağır temposundan arta kalan zamanlarını, bir anlamda rahatlamak ve yeni ders maratonuna daha zinde başlayabilmek amacıyla, böyle değerlendirme yolunu seçmişler.
Bu gözlemlerim sırasında, bir yandan sınırlı Çincemi kullanmak için fırsat kollarken, bir yandan da konuşulanlara kulak kabartıyordum. Konuşulanlardan hiç bir şey anlayamadıysam da, bununla birlikte, bildiğim basit cümle kalıplarını etkili kullanamadıysam da, Çince'yi öğrenme şevkim, hiç bir zaman hayalkırıklığına dönüşmedi, tam tersine, Çince öğrenmeye olan ihtiyacım katlanarak arttı.
Aslını söylemek gerekirse, ilk zamanlar bazı zorlanmalar yaşadım. Özellikle ilk bir hafta, bir ölçüde sıkıntılı geçti. Çünkü, bana sorarsanız, kişinin ereği her ne olursa olsun, evinden yurdundan çok uzaklarda, yeni bir düzene, bambaşka bir kültüre ayak uydurması çok kolay olmuyor. Ansızın kendinize şu soruyu sorabiliyosunuz : "Ne işim var benim buralarda?" Hele hele alışmakta zorlandığınız öyle durumlar var ki, örneğin yemek seçimi yapmak, telefon ya da internet gibi iletişim araçlarını kullanmak, bankada para bozdurmak... işte bu gibi durumlarda, hiç bir şey kişinin kendi ülkesideki gibi kolay çözülemediğinden, ağlamaklı olabiliyorsunuz, yani dokunsalar ağlayacak bir kıvama gelebiliyorsunuz. Çok sık olmamakla birlikte, yaşadığım bu duygusal şoklar, bana en çok, iki ülkeyi karşılaştırma fırsatı verdi. Tabi bu anlattığım hususlar, biraz kişinin mizacıyla da ilgili olduğundan, yabancı bir ülkeye giden herkesin aynı duyguları yaşaması beklenemez.
Bu satırları yazarken, o günleri tekrar yaşadım adeta. Sanki aradan çok uzun yıllar geçmiş gibi hissettim bir an için. Ve şimdi, sadece, tatlı bir tebessüm kaldı yanaklarımda o eşsiz anılardan geriye.
Evet, o ilk hafta bir yönüyle, Çin'deki yaşama alışma sürecini temsil ederken, diğer yönüyle de, Beijing'deki öğrencilik hayatımın başlangıcını temsil etmektedir.
Çin'deki dostlarım sayesinde, bu alışma sürecini fazla zorlanmadan atlattım. O ilk bocalamaları ve duygusal tepkileri kısa sürede geride bıraktıktan sonra, öğrenciliğin gereği olan merak duyma ve buna bağlı olarak sürekli öğrenme arzusu etkisini göstermeye başladı. Öylesine ki, kendi başıma alış veriş yapmaya, okul dışında uzak bir yere gitmeye ve yemek sparişi vermeye, hatta para bozdurmaya başlamıştım bile.
Bir Çin atasözü şöyle der :
Komşu, uzaktaki akrabadan daha yakındır kişiye.
Doğru söze ne denir. Siz siz olun, hangi diyarlara giderseniz gidin, önce dost edinmeye bakın.