Beijing'deki Batı Tepesi'nin (Xishan) çok da uzağında değil, Uyuyan Buda Tapınağı'nın hemen doğusunda, On Bin Çiçek Tepesi yer alır. Tepenin zirvesinde de Çiçek Tanrıçası Tapınağı bulunur. Bölge halkı, bu tanrıçaya büyük saygı duyar. Nedenine gelince, bir efsaneye göre, 15-16 yaşlarında bir genç kız, bir gün buraya gelip tapınağa girmiş ve sunakta, Buda heykelinin önüne oturmuş. Kız, daha sonra gözlerini kapamış ve bir müddet sonra ölümsüz olmuş...
Bu efsanenin duyulması, tapınağın civarında yaşayan halkta büyük bir heyecan uyandırmış ve herkes hemen tapınağın hem içini hem de dışını yenileme çalışmalarına koyulmuş. Tüm halk, tanrıçayı memnun etmek için uğraşmaya başlamış. Ailelerden biri, tepeye çiçek dikmek için yemin ederken, bir diğeri on çiçek, bir başka aile de yüz çiçek dikmeye karar vermiş. Zamanla burası, On Bin Çiçek Tepesi adını, mevzuubahis genç kız da Çiçek Tanrıçası adını almış...
Bu efsaneyi duyan küçük kızlar, yıllar yılı hep ninelerine sormuş, tanrıça nereden geldi ve neden bu tapınağı seçti, diye... Nineleri ise ne zaman bu soruyu duysalar, başlarını sallayarak, "Bu sana söyleyemeyeceğim bir şey. Bizim büyüklerimiz bize söylerken, kimseye anlatmamamızı istemişlerdi." dermiş. Küçükler, hikayeyi kimseye söylemeyeceklerine dair söz verdikten sonra ise, onlara, tanrıçanın gözünün daima üzerlerinde olduğu ve eğer bunu başkasına aktarırlarsa, tanrıçayı çok kızdıracakları tembihlenir, ardından da hikaye yine anlatılırmış. Bu küçük kızlar da yaşlanıp nine olduklarında, onlar da aynısını torunlarına yaparmış... Zaten böyle olmasaydı eğer, bu efsane nasıl bugüne kadar gelebilirdi ki...
Rivayete göre, Çiçek Tanrıçası'nın hikayesi ise şöyle: Çok uzaklarda bir köyde, bir toprak ağası yaşarmış. Bu adamın sadece bir kızı varmış ve doğal olarak hem anne hem de baba kızlarına adeta taparmış... Hatta ona bir isim vermek yerine, onu "Aşkım" diye çağırırlarmış. Çocuk büyüdükçe, ailesinin ona sevgisi de artıyormuş. İki yaşındayken, o kadar tatlıymış ki, annesi ve babası artık ona "Kıymetli Aşkımız" diye seslenmeye başlamış. Beş veya altı yaşlarındayken, çocuğun elma gibi kırmızı yanakları, onu daha da güzel ve sevimli yapıyormuş. Fakat, çocuğunun üzerine titreyen anne, kızı henüz altı yaşındayken talihsizce bu dünyadan göçmüş...
Annesiz yetişmenin acısı ve zorluğu bir yana, küçük kızı en çok üzen ise, babasının yeniden evlenmesi olmuş. Daha da önemlisi, üvey annesi ona çok kötü davranıyormuş. Üç yıl sonra, üvey annesi doğum yapmış ve bir kız çocuğu dünyaya getirmiş. Küçük kız, evlerinin yeni misafirini çok sevmiş, fakat üvey annesi bu durumdan da pek hoşnut kalmamış. Her defasında, kızının onun sevgisini istemediğini söylemiş. Küçük kız, yemeklerde kendisi için ikinci tabağı almaya çekinirken, üvey kardeşinin ise hep daha çok yiyebilmesi için uğraşmış. Ama üvey annesi, bu tabloyu gördüğünde, onu bu kez de kardeşini öldürmeye çalışmakla suçlamış. Kısacası küçük kız ne yapsa, üvey annesi bunda bir kusur bulmuş. Üvey annesinin tavrından etkilenen babası da ona kızmaya başlamış ve sevgisi de giderek azalmış.
Küçük kız on iki yaşına geldiğinde, babası ve üvey annesi, ona artık yeterince büyüdüğünü ve dışarı çıkıp çalışması gerektiğini söylemiş. Çobanla birlikte hayvan otlatmasını istemeleri üzerine, küçük kız her gün çobanla dışarı çıkmaya başlamış.
Anlatılana göre, çoban, yıllarca toprak ağası tarafından çok kötü bir muameleye maruz kalmış. Sürekli dayak yemesi bir yana, kendisine doğru düzgün yemek bile verilmiyormuş. Küçük kız, çobanı tanıdıktan sonra, onun bu haline daha da üzülür olmuş ve ona yardımcı olmaya, hatta artan yemekleri evden toplayıp getirmeye bile başlamış. Çoban da aynı şekilde kızın durumuna üzülüyormuş. Kızın, kendi evinde, üvey annesinin kötü kalpliliği yüzünden köle muamelesi görmesi, çobanı çok yaralıyor; kızın moralini düzeltmek için, tarlalardan topladığı yaban çiçeklerini ona getiriyormuş. Bu ikili, zamanla çok iyi arkadaş olmuş. Kız, çobanın söküklerini bile dikiyor, birbirlerine hep destek oluyorlarmış.
Her şey yolunda giderken, kızın üvey annesi bu mutlu tablodan rahatsız olmuş ve yeniden sahne almış. Bir gün, kocasını karşısına alarak, çobanın artık 14 yaşında olduğunu ve kızıyla oynamaması gerektiğini söylemiş. Kadın, bu durumda bir sakınca bulamayan babayı ikna etmek için de, çevredekilerin bunu hoş karşılamayacağını iddia etmiş. Çevresiyle ilişkilerinin işlerini de etkileyeceğinden korkan adam, bunun üzerine ikna olmuş.
Birkaç gün içinde çoban birden ortadan kaybolmuş. Adam, onu çok uzaklarda yaşayan bir başka toprak ağasına satmış. Küçük kız bunun üzerine adeta kahrolmuş… Çobanı çok özlüyormuş. Bir müddet sonra, babasının onu sattığını öğrenen kız, şöyle düşünmeye başlamış: "Üvey annem beni hiçbir zaman sevmedi; artık babam da sevmiyor. Onları mutlu edecek ve oyalayacak bir üvey kardeşim de var. Öyleyse, benim buradan gitmemde bir sakınca yok. Aramızdaki mesafenin, bizi engelleyen dağların ve tepelerin hiçbir önemi yok. Ben o talihsiz çobanı bulmalıyım."
Ve küçük kız, bir gece evini terk etmiş.
Küçük kız, art arda sıralı tepeleri bir bir aşarak, uzun süre boyunca yürümüş. 10 gün boyunca gece gündüz demeden, hiç durmadan yürümüş; fakat çobanın izine rastlayamamış. En sonunda, On Bin Çiçek Tepesi'ne ulaşmış. Yorgunluktan ölüyormuş ve karnı da çok açmış. Daha fazla ilerleyemeyeceğini düşünerek, tapınağa girmiş ve dinlenmek için içerideki sunağın üzerine oturmuş. O an bir mucize gerçekleşmiş ve küçük kız, ölümsüzlüğe kavuşmuş...
Bu hikayeyi anlatan nineler, genç kızları o tapınağa gittiklerinde, "üvey anne" ve "çoban" dememeleri için uyarırmış. Çünkü Çiçek Tanrıçası, bu ikisini de duymaktan hiç hoşlanmazmış...