Özel ödüllü dinleyici Salih Sinan Onuş
Gezi yazıları hazırlamak bana hep zor gelmiştir. Gidilen, görülen, tanışılan yer ve insanları unutmadan yazıya koyabilme telaşı, beni hep tedirgin etmiş, cümlelerime kilit vurmuştur. Kilidi açmak için mide krampları geçiririm. Sonra "Ya nasip" der, bilgisayarın başına oturur, aklıma ne geldiyse yazmaya başlarım. Her şeyi ama her şeyi eksiksiz yazarım. Sonra önemli, önemsiz ayırır ve yazıma son halini veririm. Yani 7 gün sürecek olan Xinjiang ziyaretimde çok mide krampı yaşayacağım ama bir yerden başlamalıyım. Ya nasip:İnsan kuş misaliymiş. Bir gün oradasınız ertesi gün bambaşka bir yerde. Ben de Xinjiang Uygur Özerk Yönetimi ve Çin Uluslararası Radyosu'nun davetlisi olarak 8,5 saatlik uçak yolculuğunun ardından 30 Temmuz günü öğle saatlerinde Çin'in başkenti Beijing'e ulaştım. Devasa büyüklükteki havaalanında metrodan metroya aktarma yaparak sonunda çıkış kapısına ulaştım. Kapıdan kafamı dışarı çıkarttığımda Çin ve Çin'in kalabalığıyla karşılaştım. Gözlerim, asıl adı Chen Yan olan ama Radyo'nun Türkçe Bölümü'nde çalıştığı için "Nuray" ismini kullanan çevirmenimi, adımın yazılı olduğu kartonunu arıyordu. Kalabalık, kalabalık… Ben şaşkın gözlerle sağa sola bakarken "Sinan Bey, Sinan Bey," diye bir çığlık duydum. Yüzümü hemen o yöne çevirdim ve ismimin yazılı olduğu kartonu tutan Nuray Hanım'ı el sallarken buldum. Ben onu tanımıyordum ama o, beni resimlerimden tanıyordu. "Nasıl bildiniz?" diye sordum. "Şansımı denedim," diye yanıtladı. Cesaret bilgiyle birleşince büyük erdem oluyor.
Uzun bir yolculuktu. Nasıl geçtiğini sorarken bir yandan da bizi Beijing'de gece kalacağımız otele götürecek olan minibüse doğru yürümeye başladık. Minibüse vardığımızda benimle birlikte sekiz ayrı ülkeden gelecek olan konuklardan Mısırlı ve Moğolistanlı konukla karşılaştım. 8 ayrı ülke vatandaşı, 7 gün Çin'i ve Xinjiang'ı kendi gözlerimizle görecek, Xinjiang'ı en güzel sözlerimizle anlatacaktık.
Ben, en son gelen konuktum. Araç bir saat sürecek uzun yolculuğuna başladı. Meraklı gözlerle Çin'i tanımaya çalışıyordum ama "şansa bak" dedikleri bu olmalı ki Beijing'de görüş açısı 100 metreyi geçmiyordu. Öğrendiğime göre Beijing yıllardır ilk kez nem denizinde yüzüyordu. Nem üç gündür şehri zapt etmişti. Olsun, Beijing'in batısındaki otelimize varana kadar, tertemiz nehirleri ve yemyeşil otobanı seyrederek ilerledim. Ötelerde ne vardı? Onu da nem işgali kalktığında keşfedecektim.
Otele vardığımızda bir saat sonra buluşmak üzere Nuray Hanım'dan ayrıldım. Nuray Hanım, lobide bekliyordu. Eşyalarımı yerleştirdim ve lobiye indim. Nuray Hanım, beni, Çin yemekleriyle tanıştıracağını söyledi. Otelin yakınında bir lokantaya gittik. Yemeklerimiz geldi ama ben yemeklere tedirgin tedirgin bakıyordum. Çin'e geleceğimi öğrenen tüm tanıdıklarım sanki ağız birliği etmişçesine yemeklerin bağırsaklarımı bozacağını ve gezimin kabusa döneceğini iddia etmişti. Hatta eşim Sibel, üşenmemiş, eczaneden bağırsaklar için bir kutu ilaç almış ve valizimin bir kenarına iliştirmişti. Yediklerime dikkat etmem konusunda kaç kez uyardığını anımsamıyorum. İlacın verdiği rahatlıkla masaya ne geldiyse tatmaya, karnımı tıka basa doyurmaya başladım. Her lokmada öğütleri hatırlıyor, lokmamı ağzıma götürdükten sonra içimden "Demirden korksak trene binmezdik," diyor, lokmayı mideye indiriyordum. İyi ki de indirmişim ve bu farklı tatlardan ayrı kalmamışım… Merak edenlere söyleyeyim, herkese inanmayın. Üç gündür Çin'deyim ve hiçbir sıkıntım yok.
Yemekten sonra otele döndük. Nuray Hanım evine dönecek, ben de uyumak için odama çıkacaktım. Lobide tanıdık bir yüzün gülerek bana doğru geldiğini gördüm. Sevgili dostum Kamil Erdoğdu'ydu bu. Bir Türk ama yıllardır Çin'de ve Çinliler de onun için "Kamil Bey Çinli'dir," diyorlar. Anadolu Ajansı'nın Çin Temsilcisi olduğu için benim de Çin'e geleceğimi öğrenmiş, bana sürpriz yapmak için otele gelmişti. Yıllardır görmediğim dostumu görünce odam yerine Çin gecelerinin kollarına kendimi atmaya karar verdim. Kamil, bir-iki telefon konuşmasından sonra bir cafeye gideceğimizi, cafenin de Beijing'in doğusunda olduğunu söyledi. Otobandan hiç durmadan bir saat yolculuk demekti bu. Sonunda cafeye ulaştık. Bir masaya oturduk. Tam sohbete başlayacaktık, arka arkaya dört Türk daha geldi. Aralarında en eskisi 1984 yılında Çin'e gelmişti. Ben ise masadaki en geç Çin'e gelendim. Hepitopu 5 saat olmuştu. Kahveler yudumlanıp, ben onlara memleketi anlatırken aralarından birinin garsona eliyle zar atma işareti yaptığını gördüm. "O ne" diye sordum. Tavla istiyormuş. Cafe bir Filistinliye aitmiş ve buradaki Türkler neredeyse her gün buraya gelir, tavla oynarmış. Çin'e tavla oyunu seyretmeye gelen ilk Türk ünvanını verdiler bana.