Arjantinli yazar Jorge Luis Borges'in "Ölüm ve Pusula" adlı kitabında "Averroes'in Arayışı" başlıklı bir öyküsü vardır. Tarihin iki farklı döneminde ve iki farklı kültür ikliminde yaşamış iki büyük filozofun, entelektüel varlıklarıyla buluştuğu bu öyküde, kültürler arası iletişimin kimi zaman ne kadar çetrefilli olabileceği parlak bir şekilde sergilenir.
*
Batılıların Averroes adını verdiği Endülüslü İslam bilgini İbn Rüşt, Aristo'dan kalan eserlerin büyük bölümü hakkında yorumlar ve açıklamalar yazmıştır. Borges, "Averroes'in Arayışı" adlı öyküsünde İbn Rüşt'ü işte bu çalışmaları sırasında gözümüzün önüne getirir.
İbn Rüşt, Endülüs'ün cennet gibi bahçelerinden birinde oturmuş, rengârenk çiçek açmış ağaçlardan gelen ıtırlı rahiyaları içine çekerek Aristo'nun "Retorik" adlı kitabını yorumlamaktadır. Karşısına "tragedya" ve "komedya" diye iki terim çıkar. Bunları nasıl anlaması gerekir? Ne anlam vereceğini bir türlü bilemez. Başvurabileceği bütün kaynaklara bakar. Bulunabilecek bütün sözlükleri tekrar tekrar inceler. Ama ne anlama geldiklerini bir türlü kavrayamaz. Sözcükleri, içinde yer aldıkları bağlama göre anlamlandırmaya çalışır. Beyhude! Zihninde bunlara ilişkin kavramları bir türlü yerli yerine oturtamaz. Çünkü, kendi yetiştiği kültür ikliminde bu kavramlar yoktur. "Tragedya" ve "komedya" Yunan'a özgü kavramlardır. İslam'da böyle şeyler olmaz. O nedenle bunlara karşılık olabilecek terimler de yoktur.
Zamanın Müslüman Endülüs'ü her bakımdan Batı'dan ileridir. Ama üstün zihinsel yeteneklerle donatılmış olan İbn Rüşt'ün elinden bir şey gelmez. O gelişmiş uygarlığın yarattığı güzellikler içinde düşüncelere dalar gider…
*
Borges'in belli bir gerilim unsuru da taşıyan öyküsü büyük bir entelektüel hazla okunuyor. Daha sonra rastladığım bir söyleşisinde Borges, İbn Rüşt hakkında Renard'ın yazdıklarını okuduğunu ifade ediyor. Söyleşide belirtilmiyor ama, bu Renard, John Renard olmalı. Çünkü onun İbn Rüşt hakkında yazıları var. Borges, Renard'ın yazdıklarını okuyunca anlamış ki, İbn Rüşt komediden söz ederken kaderi övüyor, fakat trajediden bahsederken kaderi hicvediyormuş. Çünkü bunlar hakkında bir fikri olsa da, sahne konusunda bilgisi yokmuş. Borges herhalde öyküyü, bunları okuduktan sonra zihninde kurdu.
*
Artık zihnimde nasıl bir bağlantı oluştuysa, ben de Pekin Operası'yla ilgili birşeyler okumaya kalkışınca, aklıma Borges'in "Averroes'in Arayışı" öyküsü geldi. Önce haddim olmayarak kendimi İbn Rüşt yerine koyup Pekin Operası'nı kavramaktaki aczimi kendi zihnimde hoşgörmeye çalıştım. Sonra aradan kendimi çıkarıp, İbn Rüşt Pekin Operası seyretseydi neler düşünebilirdi diye hayal etmeye çalıştım.
*
Gerçi İbn Rüşt Pekin Operası'nın doğuşundan çok önce yaşadı, ama olsun. Anakronik de olsa insan, zihninde büyük bilgini ilk kez Pekin Operası seyretmeye gittiği bir salonda canlandırabilir; Pekin Operası'na özgü bazı özelliklerle karşılaştığında neler düşünebileceğini, neler hissedebileceğini hayal edebilir. Ayrıca, Borges kadar yetenekli bir öykücü olursa, bundan çok hoş bir öykü çıkarabilir.
Ama bunun için sadece öykücü yeteneğine değil, Pekin Operası hakkında esaslı bilgiye de sahip olmak gerekir. Oysa bende ikisi de yok. Haydi "Öykücülük yetenek işi, felek bana kısmet etmemiş diyelim. Ama bilgi öyle mi? Edinilebilir.
Zihnimde yaptığım "İbn Rüşt bile 'tragedya' ve 'komedya' kavramları karşısında aciz kalıyorsa, benim Pekin Operası hakkındaki bilgisizliğim pekala hoşgörülebilir" şeklindeki cılız savunma girişimi kısa sürdü, çünkü bunun savunulacak bir yanı olmadığını hemen hissettim. Bilgisizliğin, hele bu çağda, ilgisizlikten başka bir açıklaması olabilir mi?
*
Zaten bütün bu düşünceler aklıma, Pekin Operası hakkında birşeyler öğrenmeye karar vermemle birlikte geldi. Bu konuda bilgi sahibi olmam gerekiyordu, çünkü Pekin Operası, sadece Pekin Operası demek değil. Pekin Operası seyrederken sıkılıp da uykuya dalmayacak kadar bu sanattan anlamak, aynı zamanda Çin kültürüne ilişkin birçok kültür kodunu çözmüş olmak anlamına da geliyor.
Ayrıca, Çin Operası Mei Langfang üzerinden Brecht, Meheryold ve Stanislavski gibi ustaları etkileyerek Batı tiyatrosu üzerinde de etkili olmuş. Brecht'in bu konuda yazdıkları dilimize de çevrildi. Yani, genel olarak iyi bir tiyatro izleyicisi olmak için de Pekin Operası'nı tanımak lazım.
Hele Çin'de bulunup da bundan nasiplenmemek, akıl kârı değil. Buraya turist olarak beş-on günlüğüne gelenler bile, Yasak Kent'i görüp Çin Seddi'nin Badaling kesimini ziyaret edip hac farzasını yerine getirdikten, Pekin Ördeği'nin tadına bakıp midevi borçlarını eda ettikten sonra, soluğu Changan Bulvarı'ndaki Büyük Devlet Operası'nda alıyor.
*
Çin'de oturan biri, ancak belli bir yere kadar sanki Pekin Operası yokmuş gibi davranabilir.
"Sen de öyle mi davranıyordun?" diye soracak olanlara cevabım, "Bilinçli olarak değil" olacaktır. Bu cevap kaçamak sayılabileceği için neden öyle dediğimi anlatayım.
*
Çin'e kısa süreliğine gelenlerin bile Pekin Operası'na gittiğinden söz ettim. Benim de Çin'e ilk gelişim bir heyetle birlikte, kısa süreliğine bir ziyaret için olmuştu. Heyetteki herkesle birlikte ben de farz olan ziyaretleri yaptıktan sonra Pekin Operası izlemeye gittim.
Sonuç benim açımdan tam bir hezimet oldu. Sonucun skorla ölçüldüğü bir spor karşılaşmasından söz etmediğimi biliyorum, ama Pekin Operası'yla ilk karşılaşmamı niteleyecek başka bir söz bulamıyorum.
Şimdi hangi tiyatro olduğunu bile çıkaramıyorum, fakat hoş bir salondu. Hatırlı konuklar olarak güzel bir yere oturtulduk. Sahneyi çok iyi görebiliyorduk. Sahnenin iki yanına bakınca, yazıların geçtiği elektronik levhaları gördüm. Birinde Çince, birinde İngilizce yazılar vardı. Sanatçıların replikleri bu levhalara yazılacakmış. Demek ki, söylenenleri de anlayabileceğiz. Eh, onca tiyatro seyretmişliğimiz var. Kendimizi sanatsal zevkleri olan bir insan da sayıyoruz. Entelektüel bakımdan sıkıntıyla karşılaşmamız için bir neden yok yani…
Biraz bekledikten sonra gösteri başladı. Ne desem? Nasıl anlatsam? "Yabancılık" desem, aklıma "yabancılaşma" kavramını getiriyor. Brecht'ten okuduklarımızda Pekin Operası'nda yabancılaşma etkisinden söz ediyordu. Ondan mı "yabancı" sözünün türevleri aklıma geliyor? Ama "yabancılık" ile "yabancılaşma" apayrı şeyler. Bu "alışılmadık" anlamında yabancı. İnsan sesleri, müzik aleti olduğunu sandığım cisimlerin sesleri, hareketler, davranışlar… Bekleyelim bakalım. Oyun daha yeni başladı.
*
Heyetimizin diğer üyelerine bakmıyorum. Sanki suratımdan bir şey okuyacaklar gibi… Ne okuyacaklar? Bilmiyorum.
Sahnedeki oyuncuların konuşmalarına, davranışlarına, şarkılarına, atlama zıplamalarına hâlâ bir anlam veremiyorum. Yüzler tuhaf şekilde boyalı. Yandaki elektronik levhadan geçen İngilizce yazıları okuyorum. Ne dendiğini anlıyorum, ama gene bir anlam veremiyorum.
Bu arada bir çeyrek saat kadar geçti. Kendimi hâlâ oyuna angaje edemedim. Bir anlığına yan gözle heyetimizin diğer üyelerine baktım. Ciddi suratlarla gözlerini sahneye dikmişler. Onlar da gözlerini sağa sola kaçırmamaya çalışıyor gibi. Kimbilir, belki içlerinden biri birkaç saniye önce benim gibi farkettirmemeye çalışarak sağına soluna bakmıştır. Tekrar sahneye konsantre olmalı.
Olmalı ama nasıl? Yoğunlaşmaya çalıştıkça göz kapaklarım ağırlaşır gibi oluyor. Bir an, ani bir sesle irkiliyorum. Bu, üç-beş dakika idare ediyor beni. Tekrar elektronik levhayı okumaya kalkışıyorum. Gene sözlere bir anlam veremiyorum. Göz kapaklarıma yavaş yavaş kurşun ağırlıklar yerleşiyor. Kaldırması öyle zor ki!
*
Bir iki toparlanma ve sahneye yoğunlaşma denemesinde daha bulunuyorum. Sahnedeki oyuncular zaman zaman salona dönüp birşeyler söylüyor. Canlanır gibi oluyorum. Bunlar bana biraz zaman kazandırıyor. Gene yan gözle sağımı solumu kolluyorum. Yüzler uzamış. Ciddiyetle izliyorlar.
Ben de aynı ciddiyetle yoğunlaşma gücünü bulabilsem kendimde… Ama nafile! Gözkapaklarım ağırlaştıkça ağırlaşıyor. Birden ani bir hareketle boynumun sarsıldığını hissettim. Demek ki, birkaç saniyeliğine içim geçmiş ve boynum önüme düşmüş.
Hemen toparlanıyorum. Kimse bir şey farketmedi galiba. Gözlerimi iri iri açıp uykumu dağıtmaya çalışıyorum. Uykusuz gecelerimde de uyku böyle tatlı gelse ya…
*
Aradan bir zaman geçti. Ne olduğunu bilmiyorum. Sahneye iyice yoğunlaşıp kendimi orada mı buldum, yoksa karmakarışık bir rüya mı gördüm? Ayırdedemiyorum.
Uyuduysam ne kadar ayıp! Demek ki, ilk kez Pekin Operası seyretmenin entelektüel dünyamda oluşturduğu meydan okumayla baş edemeyip yenik düştüm. Gerizler başından hoplayamayan beceriksiz efe gibi hissettim kendimi.
Küçük yaşlardan itibaren edebiyata, tiyatroya önem veren biri olarak hayatım boyunca bunun utancıyla yaşamak zorunda kalacağım artık.
*
Uyuduysam acaba yanımdakiler görmüş müdür? Göz ucuyla sağımı solumu kontrol edeyim dedim. Sağ tarafımda heyetimizin yaşça en büyük üyesi var. Başını önüne eğmiş. Hayır, bir şey aramıyor. Uyku aleminde. O yaşça büyük, ondandır… Onun yanında Pekin Operası'nı ilk kez seyretmediğini bildiğim, ama yaşça ve mevkice benden büyük bir üye var. Onun yanında yine benden büyük bir heyet üyesi. Onlardan ikisinin de başı önünde. Artık hırsızlama değil, pek sakınmadan bakıyorum. Diğer ikisi de göz kapaklarıyla mücadele ediyor.
*
Bir ara ben gene kayıp gitmişim. Tekrar boynumda duyduğum ağrıyla başımı kaldırdım. Bir daha toparlanmaya çalıştım. "Heyetimiz Pekin Operası'na yabancı, sıkılıp uykularının gelmesi normaldir" dedim kendi kendime. Acaba Çinli seyirciler ne haldeydi. Çevreme göz gezdirince hepsinin cin gibi olduklarını gördüm. Göz kırpmadan oyunu izliyorlar. Hatta kimileri adeta oyuna katılıyor. Sahnedeki oyunculardan seyircilere dönüp konuşanlara cevap verenler bile var.
*
Bir-iki dalıp gitme deneyimi daha geçirdikten sonra nihayet oyun bitti. Alkışlar, alkışlar… Biz de katıldık tabii. Sahneden ayrılırken yapılması adet olan ritüeller bitince çıkışa yöneldik. Heyetimizin üyeleri ne yorum yapacak diye bekliyorum. Fakat yorum yapma gereği hisseden olmadı. Bense, içimde o hezimet duygusuyla başım önümde, bizi otele götürecek arabaya bindim.
*
Bu deneyimden yıllar sonra Çin'de kalmaya geldim. Epeydir buradayım. Nedendir bilmem, Pekin Operası'ndan uzak durdum. Bilinçli bir kaçış diyemem. Belki, entelektüel hezimetin de bir hazmetme dönemi vardır.
*
Bir süredir, içimde Pekin Operası'na karşı bir ilginin uyandığını hisseder gibiyim. Örneğin Mei Langfang'ın yaşamı çok ilgimi çekiyor. Pekin Operası'yla ilgili okumalar yapmaya başladım. Kendimce dersler çıkarıp Pekin Operası seyretmekten haz alabilecek düzeye gelmeyi hedefledim
*
Okuduklarımı Brecht ile birleştirerek düşünüyorum. İlk dersimi yine Brecht'in yardımıyla özetleyeyim.
Batı tiyatrosu Aristocudur. Yani seyircinin sahneyle özdeşleşmesine dayanır. Sahnedeki oyun, biz orada yokmuşuz gibi oynanır. Orada olanı gerçek hayatta oluyor gibi kabul etmemiz beklenir. Ama Pekin Operası'nda sahnede oynananın orada olduğunu biliriz. Hatta sahne ile seyirci arasında bir etkleşim vardır. Özdeşleşme yoktur. İşte yabancılaşma etkisi denen de bu. "Daha önce bilmiyor muydun?" denebilir. Evet, okumuşum. Biliyordum. Ama artık anlamaya da başladım.
*
Aristo'dan söz ederek tekrar başa dönmüş gibi olduk. Ama olsun. İyi bir müzik yapıtı da başladığı yerde biter. Ya İbn Rüşt mü? O Aristo'yu anlamaya çalıştı. Ben ise Pekin Operasında uyuyakaldım. Bunca sene sonra gene onun yardımıyla uyanıyorum.
Ali Ufki Bey'in bestelediği ilahisinde Sultan Üçüncü Murat Han ne diyordu?
"Uyan gözlerim gafletten uyan,
Uyan uykusu çok gözlerim uyan!"