"Namo Buda! Namo darma! Namo sanga!"
Bir zamanlar Budist olan Uygurların kullandığı çeviri sutralardan olan 405 satırlık "Sekiz Yükmek" bu sözlerle başlıyor.
Tıpkı Kuran tefsirlerinin çoğunda "Bismillahirrahmanirrahim" ifadesinin çevrilmeden bırakıldığı gibi, bu başlangıç sözleri de çevrilmemiş. Anlam olarak da besmele sözünü hatırlatıyor. "Burhan'a saygı! Yola saygı! Cemaate saygı!" demek… Bütün sutraların başında ve sonunda bu sözler yer alıyor.
*
Burhan, Uygurların Buddha'ya verdikleri isim.
"Sekiz Yükmek" de, Sekiz Tomar anlamına geliyor. Şimdi Xinjiang-Uygur Özerk Bölgesi sınırları içinde kalan Turfan kentinin 10 kilometre batısındaki Yamaz Vadisi'nde yer alan Yar-Hoto'da 24 Kasım 1907 tarihinde bulunmuş.
*
Uygurların "sudur" dediği sutralar, Budizm'de dini öğreti, düşünce veya inancı tanıtmak, benimsetmek ve yaymak amacıyla yazılmış metinler… Çinceden çevrilmiş olan Sekiz Yükmek, Budizm'e ait dini ve ahlaki inanışlar ile kolaylıkla uygulanabilecek bazı bilgileri içerir. Kısa cümleler ve zengin sözcük dağarcığı ile samimi bir ifade tarzı içeren dikkat çekici bir üsluba sahiptir.
Sekiz Yükmek, Uygurcaya Sanskritçeden değil, Çinceden çevrilmiş, ama çevirinin kimin tarafından yapıldığı bilinmiyor.
Fakat daha birçok Uygurca sutra var. Bunlar arasında en ünlüsü, 10. yüzyılın birinci yarısında çevrilen "Altın Yaruk"... Onun çevirmeni ise belli: Beşbalıklı Şınğku Seliğ Tutuk. Bazı bilgiinler, adının Selinğ Tutunğ şeklinde telaffuz edilmesi gerektiğini düşünüyor.
Xinjianglı araştırmacı Kahar Balad, Sekiz Yükmek'in çevirmeninin de Seliğ Tutuk olabileceği olasılığı üzerinde durmuştur.
*
Seliğ Tutuk'un daha İslamiyet öncesi Türk tarihinde çeviri yaptığını düşününce, Türkçeye ilk çevirilerin ne zaman ve kimler tarafından başlatıldığını merak ettim. Yüzeysel kalsa da araştırmaya kalkıştım, ama standart başvuru kaynaklarında, bırakın Seliğ Tutuk öncesini, o ve çağdaşları bile yok sayılıyor.
İnternette çok kullanılan bir "ansiklopedi"de Türklerde çeviri çalışmalarının tarihi şöyle anlatılıyor:
"Türkler 10. yüzyıldan sonra İslam medeniyetine girdi ve bilim dili Arapça oldu. 18. yüzyıla kadar Batı'dan yapılmış çeviriler tek tük iken, bu tarihten sonra çeviri faaliyeti hızlandı. Fen bilimleri ve teknolojide Batı'nın üstünlüğü vardı ve bu alanda çeviri askeri modernleşme ile başladı.
Osmanlı sarayında tercümanlar çoğunlukla Rum'du. Bunlara dilmaç denirdi. Kâtip Çelebi ilk çevirmenlerdendir. Yanyalı Esat Efendi, İshak Efendi, Asım Efendi, Konstantin İpsilanti, Münif Paşa, Yusuf Kamil Paşa, Ziya Paşa, Şinasi, Ahmet Mithat Efendi, Ahmet Vefik Paşa, Namık Kemal, Haydar Rifat, Beşir Fuat, Şemseddin Sami cumhuriyet öncesi çevirmenlerdir.
1821'de Tercüme Odası kuruldu. Fransızca, Tanzimat'ta birinci yabancı dil oldu ve bütün çeviriler bu dilden yapıldı. Daha sonra İngilizce onun yerini aldı. 1941'de Tercüme Bürosu açan Maarif Vekâleti, Tercüme dergisi yayınladı. Hasan Âli Yücel, Doğu ve Batı klasiklerini çevirtti.
*
Bunlar, belli bir tarihten sonrası için doğru olabilir. Ama o tarihten öncesi yok; sanki hiç olmamış. Oysa Türklerde çeviri, İslamiyet'in kabulüyle başlamadı. Budizm'in ve Maniciliğin kabulü de büyük çaplı çeviri faaliyetlerine yol açtı.
Gelgelelim bu dönemdeki çeviri etkinlikleriyle ilgili olarak topluca bilgiye hiçbir yerde rastlamadım. İslamiyet öncesindeki çeviri çalışmalarıyla ve çevirmenlerle ilgili bilgileri, insanın tırnaklarıyla toprağı kazarcasına, bambaşka bağlamlarda yazılmış kitap ve makalelerden söküp çıkarması ve bir araya toplaması gerekiyor. Elimde konuyla ilgili yeterince kitap olmadığı doğru... Ama internette aklınıza hayalinize bile gelmeyecek konularda onca bilgi var. Eğer bu konuda derli toplu bir bilgi kaynağı olsaydı, en azından izine rastlanabilirdi.
*
Üzerinden atlanan bir nokta da, Türkçeye ilk çevirilerin Çinceden yapılmış olması. Oysa standart başvuru kaynaklarında bu etkinlik Arapçadan başlatılıyor. Ama bu bilgi, Türklerin İslam kültür dairesine girdikten sonraki dönemi için bile doğru değil. Türklere İslam kültürüyle ilgili ilk bilgiler Farsça üzerinden geldi. "Namaz", "abdest" gibi en çok kullanılan terimlerin Arapça değil, Farsça kökenli olması bunun bir kanıtı... Tanrı karşılığı olarak alınan Arapça kökenli "Allah" sözcüğünün yanında, bir de Farsça kökenli "Hûda"yı benimsemişiz.
Herhalde şöyle bir mantık dizisi kullanılıyor: İslamiyet, Arap yarımadasında doğdu. Orada kullanılan dil Arapçaydı. Öyleyse, Türkler İslam kültür dairesine girince yaptıkları ilk çeviriler de Arapçadan olmuştur.
*
Batı'dan yapılan ilk çevirilerin Fransızcadan olduğu savını da sorgulamak gerekir. Şimdi elimde kanıtlayacak bilgi yok, ama ilk çevirilerin Fransızcadan önce İtalyancadan yapılmış olması bana daha muhtemel geliyor.
Bunu söylerken şunu düşünüyorum: Osmanlılar daha Fatih Sultan Mehmet'ten önce İtalyan danışmanların hizmetinden yararlanmıştı. Fatih döneminde ise İtalyan sanatçılar, doktorlar ve devlet adamlarıyla daha sıkı ilişki kurulmuştu. Tüccar ve eski eser toplayıcısı İtalyan hümanist Ciriaco Pizzicolli, 1440'lı ve 1450'li yıllarda Ege adalarında, Balkanlar'da ve Anadolu'da yolculuklar yapıyordu. Franz Babinger, "Fatih Sultan Mehmet ve Dönemi" adlı kitabında, Pizzicolli'nin fetih öncesi ve sonrasında Fatih Sultan Mehmet'in İtalyan öğretmenleri arasında en önde geleni olduğunu söylüyor.
Bu kadar yoğun ilişkilerin belli bir çeviri etkinliğine yol açmamış olması düşünülemez. Bu çevirilerin sayısının, daha sonra Fransızcadan yapılanlardan çok daha az olduğu söylenebilir. Ama ilk dönemlerde Arapçadan yapılan çevirilerin sayısı da fazla değildi. Her dönemde ihtiyaç duyulduğu kadar çeviri yapılıyordu. Burada sayıyı değil, önceliği konuşuyoruz.
*
Az önce sözünü ettiğim Altın Yaruk, hangi ulusun tarihinde olsa büyük bir gurur kaynağı olurdu. Seliğ Tutuk da sadece çevirmenler değil, bütün yazarlar ve okurlar tarafından baş tacı edilir, el üstünde tutulurdu. Xuanzang'ın tanınmış seyahatnamesini de Uygur Türkçesine aktaran Seliğ Tutuk'un Türkçeye çeviri yapanların piri olarak kabul edilmesi gerekir. Ne var ki, bugün yayıncılık dünyasında çevirmen diye cirit atanların çoğu onun adını bile duymamış.
Seliğ Tutuk, seyahatname çevirisinde kullandığı sağlam üslup nedeniyle en eski Türk şairleri arasında da sayılır. Aslında sadece çevirmen değildir; aynı zamanda İslamiyet öncesi Türk edebiyatının önemli simalarından biridir.
*
Aprınçur Tigin adlı bir şairin de çeviriler yaptığını biliyoruz. Ama onun elinden çıkan çevirilerden günümüze ulaşan olmamış. Belki "kimin çevirdiği bilinmiyor" denen çevirilerden bazıları ona aittir. Şiirlerinden de sadece iki tanesi geriye kalmış.
"Yalnız" adıyla şiir yazan Kül Tarkan da çeviriler yapmış olabilir. Çünkü o dönemde şiir yazanlar, çeviriyle de uğraşıyordu. Nitekim, çevrilen metinlerin büyük çoğunluğu nazım formundaydı. Yabancı dil bilen şairler, çevri de yapıyordu. Asığ Tutuk, Çusuya Tutuk, Kalım Keyşi gibi şairlerin çeviriler de yaptığı düşünülebilir.
Çeviriyle uğraşanlar sadece şairler değildi. Nesirle uğraşanlar çeviri de yapıyordu. Hatta nesirle uğraşanlar çoğunlukla çevirmenlerdi. Edebiyatta düzyazı, şiire göre çok geç gelişmiştir. Eski dönemlerde Türkçe düzyazı bir metnin çeviri olması, telif olması olasılığından daha yüksektir.
Hakkında daha fazla bilgi bulup akıbetini öğrenemedim, ama bir yerde okuduğum kadarıyla, o dönemde aydınlar arasında kullanılan bir Türkçe-Çince sözlük varmış. Bu sözlük Çin'de hazırlanmış, fakat Çince bilen Türk yazı erbabı ve çevirmenler tarafından da kullanıldığını düşünebiliriz.
*
Türkçede ilk düzyazı yazarının Yulığ Tigin olduğu söylenebilir. Orhun Yazıtları'nın metni onun elinden çıkmıştır. Muhtemelen metnin Çince çevirisini de o yapmıştır.
7. yüzyıl sonları ile 8. yüzyıl başlarında yaşayan Yulığ Tigin, Göktürk hakanlarından Kapağan Kağan'ın en küçük oğluydu. "Tigin", bilindiği gibi o dönem Türkçesinde "prens" anlamına geliyordu. "Tekin" diye de telaffuz edildiği olurdu. Yulığ adı, "Yolluk" diye de okunabilir.
Metin içinde yazıyı Yulığ Tigin'in yazdığı şu sözlerle açıkça belirtilmektedir: "Bu bitig bitigme atısı Yulığ Tigin." Bugünkü Türkçeyle söylersek, "Bu yazı[yı] yazan yeğeni Yulığ Tigin.
Dikildiği zaman, sonsuzluğa kadar kalması dileğiyle "Bengü Taşlar" olarak adlandırılan yazıtlardan da anlaşıldığı gibi Yulığ, bilgin bir kişiydi. Türkçeyi çok iyi kullanıyordu ve akıcı bir üsluba sahipti. Türk edebiyatının bilinen en eski yazarlarından biri olarak edebiyat tarihinde önemli bir yer tutar. Bazı kişiler, onun yazıtla ilgili rolünü yalnızca metni taşa kazımaktan ibaret olarak göstermeye çalışsa da, toplumsal davranış kodlarının çok önemli olduğu kahramanlık çağında bir prensin elinde çekiç ve keskiyle taş ustalığı yapabileceğini düşünmek saçmalıktır.
*
Altın Yaruk'un dili, 8.-9. Yüzyıllara aittir. O dönemde kullanılan dilin, son derece gelişmiş, en soyut kavramları bile ifade etmeye elverişli olduğu görülüyor. Budizm'e özgü terimleri Batı dilleri bugün bile karşılamakta zorlanırken, Uygurlar Buddha'nın adı da dâhil olmak üzere bütün isim, terim ve kavramlara karşılık bulup kullanmış. Örneğin yoğun dikkatle özel bir zihin durumuna girmeyi bugün Batı'dan aldığımız "meditasyon" sözcüğüyle ifade ediyoruz. Oysa Uygurlar bunun için "sakınç" sözcüğünü kullanıyordu. Bu sözcüğü duyunca, ifade ettiğini de hemen anlayabiliyoruz. Türkçede bugün de, dikkat göstermesini istediğimiz birine "Sakın" deriz. "Sevinç", "kıvanç", "övünç" sözcüklerinin türetilişindeki kurala göre yapılan "sakınç", yoğun dikkat kesilmiş zihin durumunu pek güzel ifade eden bir sözcük.
"Budist cemaat", "topluluk" anlamında kullanılan "Sanga" terimi için, o dönem Türkçesinde toplamak, bir araya getirmek anlamına gelen "kuvramak" fiilinden "kuvrak" sözcüğü türetilmiş..
"Buddha'nın dönüşüp başkalaşarak farklı şekilde yeniden ortaya çıkma yeteneği, evrensel görünme, belirme gücü" anlamına gelen "Nirmanabuddha" terimi için "Belgürtme Burkan" yani "Beliren Burhan" deniyor.
Budizm'de ebedi yaşam döngüsü anlamına gelen "Samsara" terimi için kullanılan karşılık da "ilksiz tin". Bunu duyunca, "tin"in, yani ruhun, o dönem Türkçesinde "etöz" denen bedene sayısız defa girerek dönüşüm geçirmeden önce ezelden, "ilksizden" beri var olduğuna vurgu yapıldığını hemen anlıyoruz. Tin "bütmış bışmış" olduğu, yani pişip olgunlaştığı zaman "evrinçgençiğ" sürecinden kurtulup "nırvan"a erer.
Bunun gibi, daha duyar duymaz anlamını kavradığımız pekçok isim, terim ve kavram var. Kimi kavramlar için ise, karşılık bulunmasa da, telaffuzları Türkçe ses özelliklerine uydurulmuş.Ama bunlar zamanla unutulmuş.
Budizmin Batı ülkelerinde rağbet görmesinden sonra, kimi aydınlarımız bu inançla ilgilenmeye başladı. Budizmle ilgili kitaplar da Batı dillerinden çevrildi. O yüzden, çeşitli terimler ya o dillerdeki karşılıklarının ses uyarlamaları oldu, ya da birebir sözcük çevirileri halinde aktarıldı. Oysa bütün bunların dilimizde karşılıkları vardı. Türklerin İslam öncesi dönemde ürettikleri metinler incelenseydi, zaten var olan terimlerin yeniden icat edilmeleri gerekmezdi. Böylece, dilimizi "farkındalık" gibi ucube sözlerden korumuş olurduk.
*
Aslında Çinceden Türkçeye yapılan çeviriler daha da eskiye, Göktürk dönemine kadar gidiyor.
Çin o zamanlar da tüketim maddelerinin kolayca ve bol bol üretildiği bir yermiş. Jinogupta adlı bir Budist rahip, Göktürk hakanı Mukan Kağan'dan sonra yerine geçen kardeşi Taspar Kağan'ı, zenginliğin kaynağının Budizm olduğunu söyleyerek bu inancı benimsemesini sağlamış. Rahip, beraberindeki Çinli keşişlerle birlikte hakanın sarayına yerleşmiş. Çin kaynaklarında Ta-po olarak anılan Taspar Kağan, bir tapınak ve Buddha heykeli yaptırmış, Budizm'i yaymaya çalışmış. Chi devletinden Budizm'i anlatan kitaplar istemiş. "Nirvanasutra" adlı eseri Türkçeye çevirtmiş. Bu, Türkçeye çevrilen ilk Budist metin olmuş. Taspar Kağan 572 ile 581 yılları arasında hakanlık yaptığına göre, çeviri de o döneme ait olmalı. Çeviriyi, Shi Ching adında yüksek rütbeli bir resmi görevli yapmış. Metninin Orhun Yazıtları'ndaki Runik yazıyla mı, yoksa Soğd yazısıyla mı kaleme alındığı bilinmiyor. Çeviriyi yapanın ismi Çinli olduğunu düşündürüyor, ama o dönemde Türk kökenlilerin de Çin dilini ve göreneklerini benimseyip Çin devletlerinde görev alabildiklerini biliyoruz. O zaman bu kişilere, Çince isimler veriliyordu.
*
Eldeki metinler, Çince ile Türkçe arasındaki çevri çalışmalarının yaklaşık 1500 yıl önce başladığını gösteriyor. Ama belki daha da eskiye gidiyordur. Türkler ile Çinliler arasındaki ilişkilerin 2 bin yılı aşkın geçmişi olduğunu biliyoruz. Bu ilişkiler, en azından sözlü çeviriyi gerekli kılıyordu. Yeni metinlerin bulunmasıyla bu tarih daha da eski dönemlerden başlatılabilir.
Ama işin bir de günümüzü ilgilendiren yönü var. Bugün Çin, başta ekonomi olmak üzere hemen hemen her alanda hızla gelişen bir ülke. Önümüzdeki yıllarda Türkçe ile Çince arasında daha fazla çeviri çalışmasına ihtiyaç duyulacak. Ama Türkiye'de Çince'den çeviri yapabilecek insanların sayısının pek de övünülecek bir düzeyde değil. Çin edebiyatının önde gelen eserlerinden hemen hemen hiçbiri dilimize kazandırılmış değil. Parça parça yapılan kimi çeviriler de genellikle Batı dilleri üzerinden yapılıyor. Bu da aslından epey uzak bir metin üretilmesine yol açıyor.
Ülkelerimiz arasında hızla gelişen ilişkileri yeni Seliğ Tutuklar bekliyor.