Beijing Uluslararası Heykeller Parkı'nda dolaşırken, bir bölümde yeni konmuş büstler arasında tanıdık bir simaya rastlamıştım. Diğerlerinden yeşil rengiyle ayırt edilen bu büst, Norveç'in başkenti Oslo'da Ulusal Tiyatro'nun önünde duran bir boy heykelinden esinlenmişe benziyordu. O heykeldeki yeşil renk de, sanırım bakır alaşımlı bir madenden yapılmış olduğu için okside olmasından geliyordu. Buradaki büst, rengiyle bile o heykelin üst kısmının kopyası gibiydi.
Dünyanın önde gelen başka büyük sanatçılarıyla birlikte büstü konan bu kişi, Norveçli büyük oyun yazarı Henrik Ibsen'di.
*
Oyunlarını Norveç'te izlediğim, yaşamının bir bölümünü geçirip son nefesini verdiği evini ziyaret ettiğim bu büyük sanatçının büstüyle karşılaşmak beni şaşırtmıştı. Ama şaşırmamam gerekiyormuş. Modern tiyatronun babası sayılan Ibsen'in, Çin'de tanınıp sevildiğini daha sonra öğrenecektim.
*
Sonra bir dostum, internette bulduğu bir yazıyı gönderdi. Şimdi Akşam gazetesinin genel yayın yönetmeni olan gazeteci-yazar Serdar Turgut'un 3 Ekim 2006'da yazdığı bir yazıydı bu. 2006, "Henrik Ibsen Yılı" olarak kutlanmıştı Serdar Turgut yazısını, Çin Komünist Partisi'nin yayın organı olan Halkın Günlüğü gazetesine yayınlanan bir habere dayandırıyordu. Gazete, modern Çin'in gelişmesinde fikir babası niteliğinde olan 60 yabancının ismini yayınlamış. Bu listede Marx ve Lenin gibi sürpriz olmayan isimlerin yanı sıra, Henrik Ibsen gibi beklenmedik bir isim de yer alıyormuş. Gazetenin bildirdiğine göre, Norveçli yazar, modern Çin'in oluşumunda en etkili isimlerden biri olarak kabul ediliyordu.
Serdar Turgut, bu şaşırtıcı ilişkiyi şöyle açıklıyor: "Çin'de anlaşılan biçimiyle bireycilik, bireyin verili sosyal koşullar altında mümkün olduğunca fazla gelişmesidir. Bu son şekliyle bireyciliğin Mao'nun yazılarında da olduğu rahatlıkla söylenebilir. Verili sosyal koşullar altında bireyin gelişimi yani 'İbsenizm', Çin'de ilk kez kadın hakları meselesinin ele alınışında kullanılmış." Yazısını da şu paragrafla bitiriyor: "Marksizm'in çağdışı kaldığını ve kendisini yenileyemediğini düşünenler için Çin'deki deneyden ve düşünceden alınacak güzel dersler var. Örneğin, birbiriyle çok alakasız gibi görülebilecek Ibsen-Mao-Marx bağlantısı çok önemli ve bu bağlantıdan daha çok orijinal fikirler de çıkacaktır. Buna eminim."
*
Aslında Çin, Ibsen'le 1920'li yıllarda tanışmış.
Eskiden Çin'de roman edebi değeri yüksek bir tarz sayılmıyormuş. Çünkü klasikler daha ziyade konuşma diliyle yazılmış. O yüzden içlerinde pek söz sanatı yok. Eski Çin edebiyatında asıl önemli olan şiirmiş.
Fakat 1920'li yıllarda Çin edebiyatının bu geleneksel çizgisi değişmiş. Ülkede bir dil devrimi meydana gelmiş. Hatta dilin sadeleştirilmesi çalışmalarında konuşma üslubuyla yazılan klasik Çin romanlarından da yararlanılmış.
İşte o dönemde Çin'deki yazarlar, Yunan tiyatrosundan başlayarak Batı edebiyatının tüm ürünleri üzerinde çalışmışlar. Bu çalışmalar sırasında yapılan Ibsen incelemeleri, Çin tiyatrosunu da etkilemiş.
*
Birkaç hafta önce Beijing'deki Ulusal Gösteri Sanatları Merkezi'nin Drama Salonu'nda "Dünya Klasik Oyunları Yeniden Sahneleniyor" dizisi içinde Henrik Ibsen'in "Peer Gynt" adlı oyununun sahneleneceğini öğrendim. Oyun sadece üç gece izlenebilecekti. Aksiliğe bakın ki, o üç gecenin dâhil olduğu hafta, akşam saatlerinde serbest olma imkânım yoktu. Oysa Çince anlamasam da, konusunu bildiğim ve sevdiğim bu oyunu izlemek isterdim. Hele Çinli tiyatrocuların yorumuyla... Oyunda, Peer Gynt'ü Sun Haiying, yavuklusu Solveig'i de Lü Liping canlandıracaktı. Gerçek hayatta karı-koca olan bu iki sanatçıyı sahnede bu rollerde görmek ilginç olurdu.
Çinli yönetmen oyunu acaba nasıl sahneye koyacaktı?
Ama kendim göremesem bile, üç geceden birini izleyen bir Norveçli muhakkak olurdu. En azından onlara sorup izlenimlerini öğrenebilirdim.
*
Bu arada, aklıma yıllar önce okuduğum bir yazı geldi. Nerede, ne zaman okuduğumu hatırlamıyorum. Yazıyı bulmak için yaptığım aramalar da sonuç vermedi. O nedenle hafızamda kaldığı gibi anlatmak zorundayım.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, klasik Batı müziğine çok meraklı olan genç bir Türk diplomatı, Avrupa ülkelerinden birinde, büyük Norveçli müzisyen Edvard Grieg'in Ibsen'in oyununa dayanarak bestelediği "Peer Gynt" süitini izler. Ulusal romantik akıma mensup Grieg'in Norveç halk ezgilerinden esinlenerek yarattığı bu eser, genç diplomatımızın ruhuna işlemiştir. Kuzey Avrupa'daki bu uzak ülkede doğan halk müziği, üstün yetenekte bir sanatçının ince dehasıyla işlenince, Anadolu'da yetişmiş, duyarlı ruha sahip genç Türkün yüreğinde yer etmiştir. Diplomatımız eserden o kadar çok etkilenmiştir ki, soyadı kanunu çıktığında, oyunun kahramanı ve süitin adı olan Peer Gynt'ü, Türkçe yazılışıyla "Pergünt" şeklinde aile ismi olarak almıştır.
*
Okuduklarım benim aklımda böyle kalmış. Diplomatın birinci ismini de hatırlamıyorum. Araştırarak bulabileceğimi düşündüm. İnternette yaptığım aramada, soyadı Pergünt olan kişilere rastladım. En fazla Hakan Pergünt ismine tesadüf ediliyordu.
Türkiye'deki dostum, Hakan Pergünt'le yazışarak ailesinde diplomat olup olmadığını sormuş.
Yokmuş!
Acaba başka aileler var mıdır?
Hakan Pergünt, Türkiye'de kendi ailesinin üyesi olanlardan başka kimsenin bu soyadını taşımadığını bildirdi. Sonradan anlaşıldı ki, öykünün benim hatırladığım versiyonu yanlışmış. İnsan aklının unutkanlıkla malul olduğunu boşuna söylememişler. İyi ki, sadece hafızama güvenip hatırladığım kadarıyla yetinmemişim.
*
Benim öykümde diplomat olan kişinin asıl mesleği askerlikmiş. Birinci ismi Zihni olan genç, müzik tutkunu bir subaydır. Üsteğmenken gözlük takmaya başlar ve kurmay olması riske girer. Bunu anlayınca İstanbul Hukuk Fakültesi'ne girer ve kariyerine askeri hâkim olarak devam eder.
Oğlu Hakan Pergünt, babasıyla ilgili olarak şunları anlattı: "Babam yurtdışında görevli olarak Kore ve Japonya da bulundu. Sene 1950–52 olmalı... 1961 yılında ordudan emekli olarak ayrıldı. Sonrasında noter ve avukat olarak çalıştı. Babam kitap okumayı, Klasik Batı Müziği ve Türk Sanat Müziği dinlemeyi çok severdi. 5 bin adede yakın plaktan oluşan bir koleksiyonu vardı. Bunu şu nedenle söylüyorum: Henrik Ibsen'in oyununa dayanarak Edvard Grieg'in bestelediği Peer Gynt adlı eserin o senelerde Türkiye'de gösteriminin yapılıp yapılmadığını veya kitabının yayınlanıp yayınlanmadığını bilmiyorum. Eğer yayınlandıysa belki kitabını okumuş olabilir. Ama bizim için kesin olan bir şey varsa, o da Edvard Grieg'in Peer Gynt adlı eserini çok beğendiği ve her zaman dinlediği... Soyadını da bu beğeni dolayısıyla almış. Zaten kendi böyle söylerdi."
Hakan Pergünt babasıyla ilgili olarak şunları da eklemeden edemiyor: "Kişi olarak katıksız bir romantikti. Duygusaldı ve yaşamayı inanılmaz derecede seven bir insandı. 78 yaşında vefat etti. Son ana kadar bir gün muhakkak Katmandu'ya gideceğini söylerdi."
*
Evet, oğlunun ağzından Zihni Pergünt'ün öyküsü böyle. Ben bunu nereden duyduysam duymuşum... Hatırımda, bir yerde okuduğum şeklinde kalmış. Belki de bir arkadaşı, ailesinin de bilmediği bir yazı yazmıştı ve ben onu okumuştum. Bilemiyorum. Öğrendiğim kaynak her ne ise, aradan geçen zaman içinde edindiğim bilginin bir bölümünü unutmuş, boşlukları kendi hayal gücümle süsleyip doldurmuşum. Ortaya özü aynı olmakla birlikte, ayrıntıları hemen hemen tümüyle farklı bir öykü çıkmış.
*
Belki, zihnim oyunun başkahramanı Peer'den esinlenerek bana bir oyun oynamıştır. Bilindiği gibi, son derece yaratıcı bir hayal gücü olan Peer, sık sık bir şeyler uydurarak yalan söylemektedir. Annesi Åse'nin "Peer, gene yalan söylüyorsun!" sözü oyunun ünlü repliklerinden biridir. Niyetim yalan olmasa bile, ben de zihnimizin sık sık oynadığı oyunlardan birine gelmiş olabilirim. Ama zihnim, tam işe yarayacağı yerde Zihni ismini bile hatırlamama yardımcı olmadı.
*
Ne var ki, Peer Gynt uydurukçu olsa da, kendisi uydurulmuş bir karakter değil. Çünkü 1867 yılında oyunu yazan Ibsen, güney Norveç'in orta kesimindeki Gudbrand vadisinde yaşamış olan Per Lauritsen adlı gerçek bir kişiden esinlenmiş.
Ama burada bir parantez açmak gerekiyor: Kimi araştırmacılar Per Lauritsen'in esin kaynaklarından sadece biri olduğu görüşünde. Bu konuda tartışmalar sona ermiş değil. Örneğin, kimi araştırmacılar 16. yüzyılda yaşamış Per Larsson ve 17. yüzyılda yaşamış Per Olsson adlı iki kişiden daha söz ediyor. Fakat öyle bile olsa, başka muhtemel esin kaynakları da Peer Gynt karakteriyle bağdaşan kişilik özellikleri taşıyordu. Onun için Per Lauritsen, bütün esin kaynaklarını kendi şahsında billurlaştıran bir temsilci olarak kabul edilebilir.
Parantezi kapayıp devam edecek olursak, Per Lauritsen 17. yüzyıl başlarında Gudbrand vadisindeki Nordgard-Hågå adlı çiftlikte dünyaya gelmiş. Çiftliğin 16. yüzyıldaki sahibi Gynt adlı bir aileymiş. Ibsen'in oyunu ün kazanınca "Per Gynt Çiftliği" adıyla da anılmaya başlamış. Per'in annesinin adı Marit Halvorsdatter, babasının adı da Ole Pedersen'miş. Mali durumları iyi, çevre halkı tarafından sevilen bir aileymiş. Ole Pedersen ölünce işler Peer'e kalmış. Çiftliğin idaresi ona geçmiş. Ne var ki, Peer hiçbir zaman iyi bir çiftçi olamamış ve kendini tümüyle ava vermiş. Çiftlikle ilgileneceğine, hep cin ve peri masalları icat etmekle uğraşmış. Böylece Hågå'lu Peer, cinler, periler veya başka yaratıklarla ilgili olarak anlattığı masallarla tanınmış.
*
Söylendiğine göre Ibsen, Peer'in hayatını araştırmak için Hågå'ya gitmiş. Zaten Kopenhag'daki yayıncısı Frederik Hegel'e yazdığı bir mektupta, bununla ilgili olarak şu sözleri söylemiş:
"Peer Gynt hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek için sabırsızlanıyorum. Oyunumun nasıl bir etki uyandıracağını merakla bekliyorum, fakat kaygı duymuyorum. Bu yapıtı uzun uzadıya düşünerek yazdım. Çok umutluyum. Peer Gynt'ün gerçekten yaşamış olduğunu söylemem belki sizi ilgilendirir. Geçen yüzyılın sonunda ve yüzyılımızın başlangıcında Gudbrand vadisinde yaşamıştır. Oranın halkı bu adı çok iyi bilir."
*
Henrik Ibsen, Norveç'in Skien kentinde doğmuş. Beş çocuklu ailesi, önceleri varlıklıymış ama sonra tüccar olan babasının mali durumu kötüleşmiş. Henrik, içine kapanık bir çocukmuş. Kendini resme vermek istiyormuş. Fakat geçim sıkıntısı nedeniyle çocuk yaşta çalışma zorunluluğu buna engel olmuş. Bir süre eczacı kalfası olarak çalışmış. Doktor olmak ve siyasete atılmak istemiş.
Önceleri ülkesindeki ulusal romantik akımın etkisiyle şiirler yazmaya başlamış. Fakat şiirle kendini istediği gibi ifade edemediğini düşünerek nesre yönelmiş. Hatta Peer Gynt'ü de ilk kez şiir olarak yazmayı düşünmüş. Sonra, oyun olarak yazmış.
1850 yılında ilk oyunu "Catiliana"yı yazmış. 1851 yılında Bergen'de Ulusal Sahne'ye atanmış. Norveç Tiyatrosu'nun sanat yönetmeni olmuş. Bu tiyatro iflas edince, 1863'te yine ülkesinde, başkent Oslo'nun o zamanki adını taşıyan Christiania Tiyatrosu'nda sanat danışmanı olarak görev yapmış. Daha önce çalışmaları için maddi destek aldığı hükümetten, bu tiyatro için de destek isteyince, kendisine "destek değil iyi bir dayak gerektiği" cevabını almış. Sonrasında yazdığı "Krallığa Yaraşanlar" oyununun başarısı, hükümetin tavrını değiştirmiş. Yazara, yurtdışı gezileri yapabilmesi için mali yardımda bulunulmuş. Böylece 1864'te İtalya'ya gitmiş. Arada sırada Norveç'e gitse de 27 yıl yurtdışında yaşamış.
*
Ibsen siyasetten nefret etmesine rağmen, eserleri onun yalana, haksızlığa açtığı savaşın etkisiyle birer başkaldırı niteliği taşıyor. "Nora" ve "Hortlaklar" bu etkilerle yazıldığından çok ses getirmiş. Bu durum, Ibsen aleyhine yazıların yayınlanmasına da yol açmış. Aleyhine olan her türlü tutumla mücadelesini anlatan "Bir Halk Düşmanı" adlı eseri bu koşullarda oluşmuş. Yine pes etmemiş. Sonrasında dünya tiyatrosuna damgasını vuracak olan "Yaban Ördeği", "Rosmersholm", "Denizin Kadını", "Hedda Gabler", "Yapı Ustası Solness", "Küçük Eyolf" ve "John Gabriel Borkman" gibi eserlerini yazmış.
*
Ibsen'in oyununa dayanarak "Peer Gynt" süitini besteleyen Edvard Grieg, müzikte "geç romantik dönem" bestecileri arasında yer alıyor. Aslında çoğumuzun en çok beğendiği besteciler bu döneme ait. Edvard Grieg'in yanı sıra Aleksandr Borodin, Nikolay Rimski-Korsakov, Peter İliç Çaykovski, Mihail Glinka, Modest Musorgski, Antonin Dvořak ve Jan Sibelius da aynı grupta sayılabilir. Geç romantik dönemin en önemli özelliği, o zamana kadar bu alanda tüm denetimi elinde tutan Almanya-İtalya-Fransa dışındaki ülkelerde de bestecilerin kendilerini göstermesi... Bu dönem, ulusalcılık akımı ile gelişmiş...
*
Grieg de arkadaşlık kurduğu Ibsen ve yazar Björnstjerne Björnson gibi ulusal romantik akım içerisinde yer alıyor. Müzikte Norveç ulusal ekolünün kurucusu olarak biliniyor. 1843'te Bergen'de doğmuş. Küçük yaşta annesinden aldığı piyano dersleriyle müziğe başlamış. 13 yaşında besteleriyle dikkat çekmiş ve Leipzig Konservatuarı'na gönderilmiş. Burada, Mendelssohn ve Schumann'ın temellerini attığı romantik ekolün etkisinde bir eğitim görmüş.
1862'de ülkesine dönmüş. Sonra Danimarka'ya gitmiş ve üç yıl kadar Kopenhag'da kalmış. Burada Norveç Ulusal Marşı'nın da bestecisi olan Rikard Nordraak'la tanışmış ve onun halk ezgilerine dayanarak beste yapma konusundaki görüşlerinden etkilenmiş. Birlikte Norveç ulusal ekolünü geliştirmek için ülkelerine dönüp çalışmışlar. Bu sırada, Nordraak'un genç yaşta, beklenmedik ölümü Grieg'i epey sarsmış. Onun için bir cenaze marşı bestelemiş ve tek başına yoluna devam etmiş...
1867'de, Oslo'da "Norveç Müzik Akademisi"ni kurmuş. 1869'da, başyapıtı kabul edilen Piyano Konçerto'sunun dünya promiyeri Kopenhag'da yapılmış. Böylelikle daha 25 yaşındayken Avrupa'nın en yetenekli bestecilerinden biri olduğunu kanıtlamış.
*
1874-75 yıllarında, Ibsen'in tiyatro eseri Peer Gynt için müzikler bestelemiş. Bu müzikleri daha sonra orkestra süitine dönüştürmüş.
1877'de, Norveç hükümetinin kendisine yılda 1600 kronluk bir maaş bağlamasıyla tüm eğitim görevlerini ve orkestra şefliğini bırakmış. Azıcık paranın kendine yeteceğini düşünerek bir köy evine yerleşmiş. 22 yıl boyunca sadece besteleriyle ilgilenmiş.
1890 yılında, Fransız Akademisi'ne üye seçilmiş. 1894'de, Cambridge, 1906'da Oxford Üniversitelerince Grieg'e "Müzik Doktoru" unvanı verilmiş. Son olarak Londra'da iki konser vermiş. 4 Eylül 1907'de Bergen Hastanesi'nde, 64 yaşında ölmüş. Cenazesine 30-40 bin kişi katılmış. İsteği üzerine, cenazesinde Rikard Nordraak için bestelediği cenaze marşı çalınmış. Ölümünün 100. yılı olan 2007 yılı, Norveç hükümetince "Grieg yılı" ilan edilmişti. Ölümüne kadar yaşadığı ev, bugün müze olarak ziyaret ediliyor.
*
Gerçi Çin'deki sanat tarihi çok farklı ama ulusal romantizm Çin tiyatrosunu ve genel olarak gösteri sanatlarını da etkilemiş. Örneğin, 1940'lı yıllarda Çin Komünist Partisi'nin isteği üzerine Çinli sanatçılar Pekin Operası ve eski bir pirinç yetiştirme şarkısı ve dansı olan "Yangge"nın kaynaşmasıyla yeni bir biçim geliştirmiş. Davul, flüt ve diğer geleneksel çalgıların eşliğinde 20-30 dansçının yer aldığı geleneksel "Yangge" oyunları, köylülerin soru-cevaplarla sosyal yaşamı tartıştıkları bir hâle dönüştürülerek sahnelenmiş.
Bunlardan en ünlüsü, "Beyaz Saçlı Kız". Bu oyun, 1949 devriminden sonra yaygınlaşarak, "Geju" olarak adlandırılan opera şarkısı şeklinde yeni bir türün ortaya çıkışının temellerini atmış. 1960'lara gelindiğinde devlet tarafından desteklenen "Geju" gösterilerine binlerce profesyonel ve amatör oyuncu katılmış. Sonraları Çin'deki azınlıklardan oluşan birkaç tiyatro topluluğu müzik ve dans geleneklerini bir araya getirerek çalışmalarını sürdürmüş. Bu oyunlarda, Peer Gynt'de gündeme gelen "kişisel inşa" süreci, kolektif bilinçle toplumu ve insanı yeniden inşa edebilme çabası var. Devrimin ilk yıllarında, bu geleneksel gösterilerin en önemli uyarlaması, Mao'nun görüşlerini yansıtan ulusal bir gösteri olan "Doğu Kızıldır" olmuş. Bu gösteride 1000'den fazla oyuncu yer almış.
*
Gelelim, Beijing'deki Ulusal Gösteri Sanatları Merkezi'nde sahnelenen "Peer Gynt"e...
Oyunu kendim göremediğim için, Norveçli bir tanıdığımdan bana izlenimlerini aktarması istedim. Anlattıkları şunlar:
Önce, Peer Gynt isminin Çince nasıl telaffuz edildiğini merak ediyormuş. Çinlilerin yazı sistemi, her biri bir sesi temsil eden harflere dayanmadığı için, yabancı isimleri kendi dillerinden ses benzeşimi olan heceler kullanarak yazıyorlar. Örneğin Ibsen adı, "Yi Pu Sheng" şeklinde söyleniyor. Oyunda Peer Gynt'ün adı, "Pei Er Jin Te" halini almış. Yavuklusu Solveig de "So Lu Wei Ge" olmuş.
Peer'in annesi Åse'nin Çince oyunda neden ikide birde İngilizce "Oh my God" dediğini anlamamış. Åse, oyunun Norveççesinde "Å min Gud!" diyor. Bunun da Çinceye en yakın anlamıyla çevrilmesi gerekirdi.
Oyun başlamadan önce, Edvard Grieg'in müziğinin kullanılıp kullanılmayacağını merak ediyormuş. Ama oyun boyunca uygun yerlerde kullanılmış. Fakat Gudbrand vadisindeki bir köy düğününde müzik olarak Viyana saraylarına daha çok yakışan valsler çalınmasının nedenini anlayamamış. Dindar bir aileden gelen Solveig, neredeyse bütün oyun boyunca üzerinde kocaman bir haçın göründüğü Kitab-ı Mukaddes'i elinden bırakmamış. Sonunda, Norveç'le hiçbir ilgisi olmayan İngiliz dinsel şarkısı "Amazing Grace" çalınmış. Tanıdığım, bütün bu Hıristiyan vurgularını biraz aşırı bulduğunu söyledi. Tabi bütün bunlar yönetmenin tercihidir, karışamayız. Demek ki, Çin'den bakınca bir kuzey Avrupa ülkesini öyle görüyor. Avrupa'dan bakanların da Çin'i çok doğru gördükleri söylenemez.
Ama tanıdığım, "Solveig'in Şarkısı"nın Çince söylendiğini duyunca çok duygulanmış. Sonuç olarak çok hoş bir tiyatro akşamı geçirdiğini söyledi
*
Ibsen'den yola çıkıp Norveç, Türkiye ve Çin'in kesiştiği bazı öyküler anlattım. Biraz zaman ve mekân içinde bir yolculuk gibi oldu. Büyük sanatçılar zamanı ve mekânı aşar ve o duyguyu bize de yaşatır. Ibsen bambaşka kültürel iklimlerdeki insanlara ulaşıyor. Ama ulaşabilmesi için, oradaki insanların da sanata ve sanatçıya değer vermesi gerek. Çin ekonomik alanda geliştikçe sanatta da atılım yapıyor. Ekonomik bakımdan dışa açılırken, kültürel olarak da kapılarını dünyaya açıyor.