İşte o da burada durmuş, gölün ortasındaki adacığın en yüksek noktasından kenardaki salkımsöğütlere bakmıştı. Belki, arkasında saygılı bir sükûtla emirlerini bekleyen yüksek rütbeli hadımları belli belirsiz bir el hareketiyle savmış, sonra da zümrüt yeşili sahili ve suda oynaşan yansımasını izleyerek kendi düşüncelerine dalmıştı.
O zaman adanın üzerinde, ne şimdi devâsâ bir çan gibi duran Beyaz Dagoba vardı, ne de Dokuz Ejder Panosu. Gölün kuzey kıyılarına bakınca, Beş Ejder Pavyonu da görülmüyordu. Henüz inşa edilmemişti.
Ama onun sarayı buradaydı. Çin Denizi'nden Polonya'ya kadar uzanan devâsâ imparatorluğunu buradan yönetiyordu.
*
Beijing'de Yasak Kent'in biraz kuzeyinde bulunan Beihai Parkı'ndayım. Park, ona adını veren Beihai Gölü ve çevresi ile Qionghuadao adacığından oluşuyor. "Beihai", "Kuzey Denizi" demek. Bir Çin efsanesine atıfta bulunan "Qionghuadao" da, "Bengi Yaşam Tepesi" anlamına geliyormuş.
Burası Hanbalık... Yani "Hanın Kenti"... "Balık" sözcüğü, dilimizde artık sadece o bildiğimiz deniz canlısını ifade ediyor; ama eskiden insanların toplu olarak bulunduğu yer, yani kent anlamına gelirmiş. Şimdi dilimizde bu anlamının kalıntısını yalnızca "kalabalık" sözcüğü koruyor.
*
Burası, Çin'i birleştiren Yuan hanedanı imparatoru Yuan Shizu'nun sarayının bulunduğu yer. Bu, onun unvanı. Taşıdığı isim, Hu Bilie. Biz onu, Kubilay Han diye tanıyoruz; Batılılar ise Kubla Khan olarak... Cengiz Han'ın torunu Kubilay Han bugün İç Moğolistan bölgesinde kalan yazlık başkentini Shantu'da kurmuş; büyük başkentini, yani "Dadu"yu ise burada inşa etmişti. Başkentin merkezi olan sarayı, Yeşim Çiçeği Adacığı'ndaydı. Buraya sonradan "Bengi Yaşam Tepesi" adı verilmiş.
*
Bu mekânın taşıdığı tarihsel önemin yanısıra, benim için başka bir anlamı daha var. Burası, iki önemli edebî metinle yakından ilişkili.
"Dünyanın Hikâye Edilişi: Harikalar Kitabı"nın yazarı Marco Polo'yu Kubilay Han burada kabul etmişti. Daha çocukken okuduğumuz bir kitapta anlatılan mekânda dolaşmak, sakince bir köşeye oturup, o kitaptan bir parça okumak, imkân bulan her edebayatseverin edâ etmesi gereken bir vecibe...
İkinci metin ise bu vecibeyi bir fâriza haline getiriyor.
*
Yıl 1797'dir. İngiliz şairi Samuel Taylor Coleridge, İngiltere'nin güneybatısında, bugün artık milli park olmuş Exmoor bölgesi yakınlarındaki Nether Stowey'deki çiftliğinde Marco Polo'nun kitabını okumaktadır. Kubilay Han'ın sarayının anlatıldığı pasaja gelince uykuya dalar. Uykusunda bir düş görür. Uyanır uyanmaz kağıda kaleme sarılır ve Kubla Khan adlı ünlü şiirini yazmaya koyulur.
Şiir şöyle başlar:
"Kubilay Han buyurdu: Xanadu'da,
Görkemli bir zevk kubbesi dikilsin,
Alph'in, o kutsal ırmağın aktığı,
İnsan ölçüsüne sığmayacak mağaralardan geçip,
Günyüzü görmeyen denize döküldüğü yerde."
*
Buradaki Xanadu, Shantu olmalı. Marco Polo, sesleri kendi kulağına geldiği gibi ve kendi uydurduğu bir çevriyazıyla kaydetmiş. Ama Xanadu sözcüğü, onun yazdıklarıyla, biraz da Coleridge'in şiirinin etkisiyle büyülü, cennet parçası, harika bir diyar anlamı edinmiş. Ne var ki, kubbe, yani Beyaz Dagoba Hanbalık'ta. Fakat, çok sonra inşa edilmiş.
Alph ırmağının neresi olduğunu bilmiyoruz. Hayâlî bir isim olabilir. 1911-1913 yıllarında Antarktika'daki Terra Nova'ya yapılan bir keşif gezisi sırasında Griffith Taylor, Victoria arazisindeki bir ırmağa bu ismi vermiş. 1994 yılında da bu ırmak ile Ward vadisi arasındaki bir sıra tepeye Xanadu Tepeleri adı takılmış.
*
Coleridge'in şiiri 54 dize. Son iki dizesi şöyledir:
"Çünkü o bal özüyle beslenmiş,
Ve cennet sütü içmiştir."
Bu dizeler, benim acizâne çevirim. Mehmet Taner tarafından yapılmış ve "Kitaplık" dergisinde yayınlanmış bir çevirisinin ilk iki dizesi şöyledir:
"Han Kubilay buyurdu
Eline dev bir kâşâne kuruldu"
Bu güzel, ama çok serbest çeviri şu dizelerle biter:
"Yediği acem balıdır,
İçtiği aslan sütü."
Şiirin, Şavkar Altınel tarafından yapılmış güzel bir çevirisi daha vardır. Altınel ayrıca Coleridge'in öteki ünlü şiiri "Yaşlı Gemici"yi de dilimize büyük bir ustalıkla çevirmiştir. Kimi yayınevi sahiplerinin diline pelesenk olmuş bir söz vardır: "Canım, çevirmen kuş mu konduracak!" Doğrusu kimi çevirmenler hakikaten kuş konduruyor.
*
Çevirisinden yazılışına dönecek olursak, şiir Coleridge'e düşünde bir bütün olarak gelmiş, ama tamama ermeden kalmış. Elinde kalem, düşünde gördüklerini hafızasında henüz tazeyken harıl harıl kağıda geçirmeye çalışırken, şairin evine yine Exmoor yakınlarındaki Porlock'tan bir adam gelir. Böylece şiir bitmeden kalır. Adam gidince Coleridge ne kadar uğraşsa da düşünde gördüklerini bir türlü anımsayamaz. Böylece, edebiyat tarihinde "Porlock'tan gelen adam" ifadesi, gelişleriyle birşeyleri berbat eden kişiler için kullanılan bir deyim olur.
*
Coleridge acaba düşünde gördüklerini neden bir daha hatırlayamaz? Kimileri bunu afyonun etkisine bağlar. Afyon yutarak gördüğü hayâlleri, etkisi geçince hatırlayamamıştır! İngiliz şair ve deneme yazarı Thomas De Quincey de "Bir Afyonkeşin İtirafları"nda, gelen kişinin Coleridge'e ayfon sağlayan hekimi Dr. Aaron Potter olabileceğinini yazar. Bilemiyoruz. Şair Roger McGough'a göre ise, "Porlock'tan gelen adam" şairin kendisidir. Çünkü 54 dize yazdıktan sonra tıkanmış, artık tek bir dize bile yazamayacak hâle gelmiştir; yani, eski deyimle inkıbaza uğramış, munkabız olmuştur. Tıkanmasını da, birinin zihnini dağıttığı bahanesine sığınarak açıklamıştır. Coleridge'in edebi yaşamını anlatan Biograhpia Literaria'nın XIII. Bölüm'ünde hayâllerini bir arkadaşından gelen mektubun dağıttığı yazılıdır. Sonradan şair, tıkanma sorununu, bir arkadaşından gelen mektubun düşünce akışını altüst ettiği mazeretini uydurarak çözdüğünü itiraf etmiştir.
*
Ama tıkanana kadar muhteşem hayâllerin etkisiyle yazdığı, her dizeden bellidir. İşin içinde ayfon var mı yok mu, bilinmez ama, ünlü Arjantinli yazar Jorge Luis Borges "Kubla Khan" şiirinin "düşsel bir esinle" yazılmış olduğunu söyler. Bu tür esin için Batı dillerinde "oneirik inspirasyon" terimi kullanılır. "Oneirik" sözü eski Yunancada rüya anlamına gelen "oneiros"dan türetilmiş. Edebiyatta, şiir, öykü, roman gibi yapıtların rüyada alınan ilhamla yazılması anlamına geliyor. Resim sanatında da pek çok örneği var. Biraz farklı anlamda olmakla birlikte, terim sinema sanatında da kullanılıyor. Belki bizde eskiden kullanılan "istihareye yatmak" terimine benzetilebilir.
*
Coleridge'in şiiri 1816 yılında yayınlanmış. O zamandan beri de birçok incelemeye konu olmuş. Şiirin psikanalitik, hatta feminist tahlilleri yapılmış; ayrıca olmadık şeylerle bağlantılar kurulup çeşit çeşit yorumlara maruz kalmış. Şiir, çizgi film kahramanı Martin Mystere'in "Xanadu" macerasında da geçer. Tim Powers'ın "Anubis Kapıları" adlı kitabında da sözü edilir. "Otostopçunun Galaksi Rehberi" adlı kitabın yazarı Douglas Adams'ın yine ünlü bir romanı olan "Kutsal Dedektiflik Bürosu"nda yer verilir. Ayrıca pandomim tekniğini kullanan bir filme de konu olmuş. Fakat sinemada asıl, "Yurttaş Kane" filminin başkahramanı Charles Forster Kane'in hayâli malikânesi Xanadu ile hatırlanır. Bunlar benim bildiklerim. Daha kimbilir nerelerde geçiyordur. Velhâsıl, şiirin kendi başına apayrı bir serüveni olmuş.
*
Şiirin serüveninden tekrar konu aldığı mekâna dönelim. Bütün bunları bize Beijing düşündürdü. Bir kentin bunca şeyi düşündürmesi tarihsel dokusunu korumasıyla mümkün oluyor. Gerçi, acımasız bir hızla aktıkça insanların yüzünü eskiten zaman, her geçen saniye bu kadim kentin çehresini yeniliyor; bugün Beijing dünyanın belli başlı bütün metropolleriyle boy ölçüşebilecek nitelikte modern bir kent. Ama modernlik, burada tarihin üzerinden bir silindir misâli geçip kentin ruhunu ezerek yerle yeksan etmiyor. Tam tersine, daha da belirgin bir şekilde hissedilmesini sağlıyor. Bu sayede, bugün dünyaya parmak ısırtan bir kent olan Beijing'de uzak yüzyılların ötesinden Kubilay Han'ı da, onu yazan Marco Polo'yu da, onun esinlendirdiği Coleridge'i de hissedebiliyoruz.