"AN GELİR
an gelir
paldır küldür yıkılır bulutlar
gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet
eski heyecan ölür
an gelir biter muhabbet
çalgılar susar heves kalmaz
şatârâbân ölür
şarabın gazabından kork
çünkü fena kırmızıdır
kan tutar / tutan ölür
sokaklar kuşatılmış
karakollar taranır
yağmurda bir militan ölür
an gelir
ömrünün hırsızıdır
her ölen pişman ölür
hep yanlış anlaşılmıştır
hayalleri yasaklanmış
an gelir şimşek yalar
masmavi dehşetiyle siyaset meydanını
direkler çatırdar yalnızlıktan
sehpada pir sultan ölür
son umut kırılmıştır
kaf dağı'nın ardındaki
ne selam artık ne sabah
kimseler bilmez nerdeler
namlı masal sevdalıları
evvel zaman içinde
kalbur saman ölür
kubbelerde uğuldar bâkî
çeşmelerden akar sinan
an gelir
-lâ ilâhe illallah-
kanunî süleyman ölür
görünmez bir mezarlıktır zaman
şairler dolaşır saf saf
tenhalarında şiir söyleyerek
kim duysa / korkudan ölür
-tahrip gücü yüksek-
saatlı bir bombadır patlar
an gelir
Attila İlhan ölür"
Canım Kızım,
Aralıklı yağan yağmurun soğukluğunu hissettirdiği bir sonbahar gününde yağmurların ve sonbaharın şairini kaybettiğimizi öğrendim.
Beijing dışında olduğumdan internete bakma olanağım yoktu ve gittiğim yerde cep telefonu da çekmiyordu. Beijing'e iner inmez telefonda dostluğumu "üstadın" şiirleriyle damıttığımız arkadaşlarımdan birinin mesajı vardı. Evet, "o an gelmiş ve Attila İlhan ölmüştü."
Aslında kendimi bu ölüme uzun süredir alıştırmıştım. Çin'e uzun süre kalmaya her gelişimde yanımda "üstadın" şiir kitapları olurdu. Duygularımızın durulduğu anlarda, fırtınalar onun mısralarıyla kopardı. Ölüm haberini aldığımda da yanımda bir kitabı vardı. O andan itibaren kendimi avutmak için su dizeleri mırıldanmaya başladım:
"Şairim ben giderim ölüme geze geze
Şiirler ölmüyor ki, şairler öl(dürül)se..."
Üniversite yıllarında ders kitaplarımızın yanında ayrılmaz bir parça olarak taşıdığımız şiir kitaplarının yazarından arkadaşlar arasında "üstad" diye bahsederdik. Öğrencilik yıllarının saf ve coşkulu sohbetlerinin arasında birimizin duygu dolu bir sesle başladığı mısra hep kulaklarımda:
"Elimden tut düşeceğim
Yoksa bir bir yıldızlar düşecek"
Düşünüyorum da, kurduğun güzel dostlukların çoğunun mayasında onun mısraları var.
Sonra büyüdük, hayatın koşuşturmacası arasında belki eskisi kadar aşk şiirleri okuyamıyorduk, ama Attila İlhan yine yaşamımızın bir köşesindeydi. Televizyondaki sohbetlerinin hepsi birer tadına doyulmaz belgesel niteliğindedir. Bu kez daha çok ülkemizi sevmeyi öğreniyorduk, ne de olsa parola "vatan"dı. Bir söyleşisinde, Stefan Zweig ve eşinin intihar ederken yazdıkları, "üzerinde yaşadığınız, vatanım diyebileceğiniz bir toprak yoksa, okumak ve yazmak neye yarar?" sözlerini hatırlatmıştı.
Ama ben bir televizyon dizisine verdiği ismi ve başrol oyuncusu genç doktorun sadece laf üreten aydınlara söylediği sözü hiç unutmadım. "Yarın Artık Bugündür" dizisinde, küçük bir kasabada çalışan bayan doktor, barlarda ülkeyi kurtaranlara şöyle diyordu:
"Hepinizi toplamasam bir ebe Kadriye bile etmezsiniz"..
Dizinin adını ve bu sözleri hep bir uyarı olarak kabul ettim...
Canım Kızım, sana bu mektubumda buralarda yaşananları, uzay çalışmalarındaki önemli gelişmeleri anlatmak istiyordum. Ama, "ayrılık girdi araya/hicrana düştük bugün/elde var hüzün"..
Haftaya devam etmek üzere seni özlem ve sevgiyle kucaklıyorum.
Öptüm.
Baban Cemil Kaptan
14 Ekim 2005
"ELDE VAR HÜZÜN
söyleşir
evvelce biz bu tenhalarda
ziyade gülüşürdük
pır pır yaldızlanırdı kanatları kahkaha kuşlarının
ne meseller söylerdi mercan köz nargileler
zamanlar değişti
ayrılık girdi araya
hicrana düştük bugün
ah nerde gençliğimiz
sahilde savruluşları başıboş dalgaların
yeri göğü çınlatan tumturaklı gazeller
elde var hüzün
o şehrâyin fakat çıkar mı akıldan
çarkıfeleklerin renk renk geceye dağılması
sırılsıklam âşık incesaz
kadehlerin mehtaba kaldırılması
adeta düğün
hayat zamanda iz bırakmaz
bir boşluğa düşersin bir boşluktan
birikip yeniden sıçramak için
elde var hüzün"
|