Türk yazardan modern Çin öyküleri: Puslu Kentin Mavisi

  2017-01-17 17:37:32  cri

Ali Rıza Arıcan, Çin'in Jiangsu eyaletinde matematik öğretmenliği yapıyor. Arıcan'ın istatistik ve calculus öğretmek dışında bir uğraşı daha var: Edebiyat.

Daha önce Pasifik Öyküleri (2007), Motosiklet Üzerinde Aşk (2009) ve İngilizce yayımlanan The Bicycle (2011) adlı kitaplarıyla okurla buluşan Ali Rıza Arıcan, modern Çin'den öykülere yer verdiği Puslu Kentin Mavisi'yle Çin deneyimini edebiyata yansıtmaya devam ediyor. Yazarın önceki eserleriyse, Tayland ve Vietnam'da yaşadığı dönemde yazılmış.

"Kitaptaki öykülerin hepsi aldığım notların, başımdan geçebilecek nitelikte olayların ya da gazetede okuduğum haberlerden aldığım ilhamların sonucunda yazıldı" diyor Ali Rıza Arıcan. Kitabın ortaya çıkış sürecinin, Çin'e gelişiyle başladığını belirtiyor.

Kitapta 8 ayrı öykü yer alıyor. Denizi Özleyen Adam adlı ilk öyküde, Calvino'nun Marcovaldo'suna benzer bir şehir deneyimi görüyoruz. Marcovaldo'nun tuhaflıklarının tek bir amacı vardı, şehri başka türlü deneyimlemek ve başka türlü görmek. Denizi Özleyen Adam'ın da kendini taksiye atıp "Nereye efendim?" diye soran şoföre "Denize!" demesinin başka izahı yok. Changzhou denizsiz bir şehir, ama yine de bu şehirde denizi görmek isteyen, hatta gördüğünü iddia eden başkaları olduğu söyleniyor…

Baloncu adlı ikinci öyküde, mekanik, soğuk ve katı devlet aygıtı karşısında sıradan insanı görüyoruz. Çin'in hızlı gelişmesi, bu tip pek çok hikâye üretti.

Modern Çin'den öyküler derken, sadece kitapta yer alan hikayelerin Çin'de geçiyor olması değil mesele; Ali Rıza Arıcan, modern Çin toplumunun gelgitlerini, çelişkilerini, bunalımlarını, bisiklet üzerinde mutlu olmaktansa BMW içinde ağlamayı tercih eden genç kızı, zabıtaların tarafından dövülerek öldürülen karpuzcuyu, sosyal şiddeti, duyarsızlıkları, tek başınalıkları başarıyla koyuyor öykülerinin arka planına.

"Hep bu sarkaç, vicdanımın vidalarına bağlanamayan aklım…"

Puslu Kentin Mavisi, s.44

Arıcan: İnsan derin bir muamma, asla her yönüyle kavranamaz

Peki, Ali Rıza Arıcan kendi kitabını nasıl değerlendiriyor? Sözü yazara bırakalım.

Kitabın ortaya çıkış sürecini öğrenebilir miyiz? Öyküler hangi şartlarda yazıldı, bu süreçte neler seni etkiledi?

Aslına bakılırsa kitabın ortaya çıkış süreci benim Çin'e varışımla başladı. Düzenli olarak yazan birisiyim. Bu kitaptan önce de yine çalıştığım ve gezdiğim ülkelerin sorunlarını, o ülkelerde yaşayan insanların kültürlerini yansıtan öyküler, denemeler, eleştiriler yazdım ve yayımladım. Tayland'dayken "Pasifik Öyküleri", Vietnam'dayken "Motosiklet Üzerinde Aşk" ve "The Bicycle" yayımlanmıştı. Çin'e gelince de ister istemez notlar almaya, kitaplar okumaya, tanıştığım insanlarla Çin üzerine konuşmaya ve yerel haberleri takip etmeye özen gösterdim. Kitaptaki öykülerin hepsi aldığım bu notların, başımdan geçebilecek nitelikte olayların ya da gazetede okuduğum haberlerden aldığım ilhamların sonucunda yazıldı. Tabii ki iki paragraflık bir haberden elli sayfalık bir öykü çıkarırken gözlemlere, daha önceden yazılmış notlara ve yazılara bol bol bakıldı. Her yazarın yazma şekli, yazma rutini, yazma zamanı farklı olsa da yazmadan önceki hazırlık kısmı az çok aynıdır. Gözlem yapmadan, gözlemler dikkatlice defterlere yazılmadan, bu yazılanlar defalarca farklı imbiklerden geçirilip öykülerde gerekli yerlere monte edilmeden bırakın öyküyü ya da romanı, hiçbir edebi yapıt elde edilemez.

Ben tam zamanlı olarak çalışan bir öğretmenim. Dolayısıyla öyküleri ya öğlen aralarında yemekten hemen sonra gittiğim kafede (Cafe Mori) yazdım ya da hafta sonları evde. Yazarken en çok dikkat ettiğim nokta bir yandan yerel değerleri ele alırken bir yandan da evrensel değerlere elimden geldiğince atıfta bulunmaktı. Ne yazarsa yazsın, bir edebiyatçının amacı insanı anlamak ve anlatmaktır. İnsan, çok katmanlı, asla her yönüyle kavranılamayacak, derin bir muamma. Örneğin "Yağmurun Durmasını Bekleyen Adam" öyküsünü isterseniz gerçekten de yağmurun durmasını beklerken misafirlikte mahsur kalmış bir adamın öyküsü olarak okursunuz; isterseniz memleketinden uzaklaşıp geri dönememenin sancısını çeken ve anavatan özlemiyle ömrünü geçiren, dünyanın hemen yerinde örnekleri görülebilecek göçmen bir insanın öyküsü olarak. Geri dönememek, özlediğin halde geçmişle arana giren mesafeye karşı gelememek sadece modern insanın sorunu değildir zaten. İnsanlık tarihi bunun örnekleriyle doludur. Yine "Çanco Kanatlarımın Altında" öyküsü işçi bir kadının iç dünyasına ışık tutması yönüyle okunabileceği gibi onun arkadaşıyla kurduğu ilişki göze alınarak, sınıfsal çatışmanın ve sınıflar arası geçişin öyküsü olarak da okunabilir. Bir yerde içinde doğup büyüdüğü sınıfı kabul eden işçi bir kadın vardır, bir yerde de insanların az çok "Yeni Çin" diye nitelediği, hırslı, gözü açık başka bir işçi kadın. Bu ikisi arkadaştır ama ortak bir geleceği paylaşmazlar. Biri diğerinin küllerinden doğar adeta. Benzeri şekilde "Bir Seri Katilin Doğuşu" öyküsünde masum bir insanın içindeki canavarın dirilişine tanık oluruz. Bu da içimizden çıktıkları halde içimizden çıktıklarını inkâr ederek bilincimizi rahatlattığımız ve kendimizi göreceli olarak güvende hissettiğimiz canilere gönderme yapmaktadır.

Changzhou (Çanco) kentinin bir sakini olarak, kitapta yer alan öykülerin neresinde hissediyorsun kendini?

Yaklaşık dört yıldır bu kentte yaşıyorum. Aslına bakılırsa Çanco'nun Çin'in hemen her yerinde görülen orta ölçekli diğer kentlerden pek farkı yok. Yüksek binalar, geniş kaldırımlar, kentin sağına soluna serpiştirilmiş irili ufaklı parklar, dev alışveriş merkezleri… Bunlar Çin'in hemen her kentinde var olan şeyler zaten. Dolayısıyla öykülerin Çanco'da geçiyor olmaları çok da önemli değil. Bir yer kullanmak gerektiği için ve benim en iyi bildiğim kent Çanco olduğu için burayı seçtim. Daha önce Ho Chi Minh Kenti'nde yaşamıştım ve o kentten geçen öyküler yazmıştım. Aynı şey Bangkok ve İstanbul için de geçerli.

Yalnız, şunu da eklemeliyim. İstediğim kadar bu kentte yaşayayım, istediğim kadar bu kentin çocuklarına matematik öğreteyim, sokaklarında gezineyim, parklarında oturayım; hiçbir zaman Çanco'yu –ve bütün bir Çin'i- onların gözüyle göremeyeceğim. Bu zaten teknik olarak imkânsızdır. İster dili akıcı bir şekilde konuşayım, istersem bu kentte yirmi yılımı geçirmiş olayım… Yine de dışarıdan gelmiş bir yabancının gözüyle göreceğim Çanco'yu. Bu demek değil ki yazdıklarım baştan aşağıya hatalıdır ya da sistematik olarak taraflıdır. Bilakis, kitabın kapağında benim adım var. Dolayısıyla, kitabı okuyan okur biliyor ki bu kitapta yazılanlar Türkiyeli bir yazarın Çin gözlemlerinden yola çıkılarak kaleme alınmıştır. Biliyor ki yazarın Çin'i anlama kapasitesi hiçbir zaman herhangi bir Çinli'nin seviyesine ulaşamayacak. Evet, İstanbul'da doğup büyüdüm. Üniversitede matematik, fizik ve batı felsefesi okudum, aydınlanma felsefesi çalıştım. Eflatun'u, Voltaire'i, Kant'ı, Descartes'i, Hume'u severek ve ilgiyle öğrendim. Bunların üzerimde çok büyük etkileri olduğunu inkâr edemem. Aynı şekilde farklı bir kültürden gelmiş olmanın Çanco hakkında yazmaya engel olabileceğine de katılmam. Eğer dışarıdan gelenlere "Sen bu toplumu tanıyamazsın, tanısan bile anlayamazsın." muamelesi yapılırsa Orwell "Burma Günleri" romanını asla yazamazdı. Aynı şekilde Burgess, Kipling, Durrell, Bowles, Naipaul gibi pek çok değerli –ve ünlü- yazar kendi toplumları dışındaki toplumlar hakkında öyküler ve romanlar kaleme alamazlardı. Yer yer oryantalist ya da kolonialist yaklaşımlar sergilemişlerse de genel olarak bu yazarların yapıtları dünya çapında beğenilerek okunmaya devam etmekte ve evrensel değerler –duygular- arayışındaki insanlara yol göstermektedir. Bu yönden bakılınca, Çin'i bir yabancının gözüyle görme ve anlama çabası olarak, öykülerin önemli bir boşluğu dolduracağına inanıyorum. Başarılı olup olmadıklarını tabii ki zaman gösterecek. Zaten zamanın çarklarına dayanamazsa edebiyat olma payesine erişememişler demektir. Umarım okuyucusunu bulur, hak ettiği şekilde eleştirilir.

Modern Çin toplumunun pek çok özelliği öykülerde işlenmiş. Önemli sosyal olaylara da atıf yapıyorsun. Modern Çin toplumunu nasıl değerlendiriyorsun? Hangi sorunları veya olumlu toplumsal özellikleri teşhis ediyorsun?

Modernlik zihinde gerçekleşen bir şey, insanların hayata ve hayatın içinde yer alan değerlere bakış açısıyla ilgili. Çin çok hızlı büyüyen bir ülke ve bu büyümeyle yüz milyonlarca insan yoksulluk batağından kurtarılıp, insan onuruna yakışacak koşullara kavuşturuldu. Bunu göz ardı edemeyiz. Devasa planlardan ve muhteşem bir gelişmeden söz ediyoruz. Dolayısıyla bu boyutlarda bir dönüşüm beraberinde pek çok sorunu da getiriyor. Örneğin büyük kentlere çalışmaya gelen göçmen işçiler, sınavlarda başarılı olmak isteyen çocukların ve ailelerin çektikleri sıkıntılar, kent hayatına uyum sağlayamayan dedelerin ve ninelerin caddelerde ve kaldırımlarda köydeymiş gibi yürümeleri ve davranmaları, zenginle yoksul arasındaki genişleyen gelir uçurumu… Örnekler çoğaltılabilir ama genel düşünce aynı kalacaktır. Çin değişiyor, muazzam bir mekanizma işliyor ülkenin her yanında. Doğal olarak da bu mekanizmada yer yer aksaklıklar ya da baştan hesaplanmamış yan etkiler baş gösteriyor. Hayatı gözlemleyen birisi olarak da yazar sorumlu hissetmelidir kendisini, bu değişim sürecinde ihmal edilenlere ya da diğerlerine göre geride kalanlara söz hakkı verme konusunda. Öyle ya, bir yazar turizm şirketi değildir ki her cümlesinde içinde yaşadığı ülkeyi övsün, bu ülkenin ne kadar mükemmel bir yer olduğundan bahsetsin. Benim amacım ne yermektir ne de övmek. Amacım elimden geldiğince nesnel bakarak, sorunlara parmak basmak; sesi pek çıkmayan insanlara söz hakkı vermektir. Bunu dün Tayland'da, Türkiye'de ve Vietnam'da yapmıştım, bugün Çin'de yapıyorum, yarın gidip çalışacağım başka bir ülkede yapacağım. Benim için Çin, dünyanın herhangi bir ülkesidir. Büyüklük ve tarihsel zenginlik açısından Çin'in durumu farklılıklar gösterse de edebiyat açısından ve bireylerin yaşamlarındaki sorunları yansıtma açısından çok bir fark yok. Buradaki insanlar da âşık oluyor, nefret ediyor, yalan söylüyor, yardıma muhtaç olana yardım ediyor, utanıyor, kızıyor, ağlıyor, gülüyor, bağışta bulunuyor, cömertçe davranıyor, cimrilik yapıyor… Zaten edebiyatın görevi de en temel insanı değerlere, en ortak yanlarımıza ışık tutmak değil midir? Bunu yaparken, eğer yazar dili iyi kullanabilmiş ve insanın iç dünyasındaki çelişkileri ölçülü bir şekilde yansıtabilmişse, arka plandaki ülke arka planda kalmaya mahkûm olacaktır. Olmalıdır da zaten! Şehirler değişir, ülkeler, kıtalar, o kıtaların üzerindeki kültürler ve mimari yapılar değişir ama insanın hırsı, aşkı, bencilliği, diğerkâmlığı, şefkâti pek değişmez.

Modern Çin edebiyatını nasıl değerlendiriyorsun? Türk okur, Çin edebiyatında neler bulabilir?

Modern edebiyat deyince akla ilk gelen ad Lu Xun'dur sanırım. Öykülerinin ve denemelerinin Çin gençliği için çok değerli olduğunu düşünüyorum. Onun yanında Lao She, Mao Dun gibi yazarlar da büyük katkıda bulunmuşlardır edebiyatın modernleşmesine, çok katmanlı yapıtların okuyucularla buluşmasına. Son yıllarda pek çok genç yazar var, çağdaş Çin'in sorunlarını ele alan ve eleştiri noktasında cesur davranan. Gelişme, değişme ve modern-gelenek kutuplaşması gibi pek çok konuda Çin ile Türkiye ortak sorunlar paylaşmakta. Dolayısıyla, edebiyatlarda da bu ortak noktaların yansıması olacaktır. Mo Yan, Yu Hua gibi ünlü yazarlar Türkçe'ye çevrildiler. Her ikisini de beğenerek okuduğumu söyleyebilirim.

Yeni kitap projeleri vardır muhakkak, neler bekliyor okurları?

Konusu aşk ve cinayet olan ve yine Çanco'da geçen, yaklaşık 250 sayfalık bir roman var. Yazmayı bitirdim, son düzeltmeleri yapıyorum. Eğer bir aksilik çıkmazsa 2017 sonbaharına doğru yayımlanır. Bahar Bayramı sonrasında üzerindeki çalışmaları hızlandıracağım üç uzun öykülük bir proje daha var. Üç ayrı ülkeden üç ayrı hayvanın (Çinli bir kedi, Taylandlı bir köpek ve Vietnamlı bir fare) gözüyle anlatılan ve yine toplumsal eleştiri ve felsefi sorgulama yönünde içeriği bol olan öyküler bunlar. Yaza kadar bitirip – yarısından çoğu yazıldı zaten-, yaz tatili sırasında yayımcılara göndermeyi planlıyorum.