-Yolun yarısına geldik. Aynayı at!
Elini yavaşça cebine attı. Kaynanasının kendisine verdiği aynayı çıkardı ve fırlatıp dışarı attı...
Artık geçmişini tümüyle unutacak, yalnızca geleceğe bakacaktı.
Damadın köyünden dört taşıyıcı, yere indirmeden gelinin tahtırevanını diğerlerinden devraldılar. Çalgıcılar neşeli düğün havalarına devam ettiler. Ve tahtırevan, yolun geri kalan taşlı topraklı yolunu kazasız belasız bir yolculukla bitirdi.
Damat evinin kapısına vardıklarında, masadaki metal kase neredeyse ateşten yanacak hale gelmişti. Mumlar ve tütsüler de usul usul yanmaya devam ediyordu.
Damat kendi tahtırevanından indi, gelini beklemeye başladı. Yüzü hala örtülü olan gelin de, iki görümcesinin yardımıyla aşağı indi.
Genç çift yan yana ortadaki masaya doğru yürüdüler. Bu sırada köyün yaşlılarından birisi eskilerden kalma bir şiiri yüksek sesle okumaya başladı. Ancak, köyde okula giden sayısı, parmakla gösterilecek kadar az olduğundan, bu şiirin ne anlattığını ve ne demek istediğini sadece birkaç kişi anlayabilmişti. Şiir galiba, yeni evlilere hayat dersi veriyordu!
Şiiri, gelinle damat yerdeki bambu hasırlara diz çökmüş vaziyette dinlediler. Yaşlı adam şiiri okumayı bitirince de öne doğru eğilerek etrafta bekleyenleri selamladılar.
Buradaki tören bitmişti.
Önce damat ayağa kalktı. Elini uzatıp gelinin de kalkmasına yardımcı oldu. Gelin, hemen önündeki masanın üstünde duran kasedeki alevleri göremiyordu. Ancak tutkuyu ve aşkın ateşini simgeleyen alevlerin sıcaklığını bütün kalbiyle, içinde hissediyordu.
Gelinle damat yeni evlerine girmeden önce yerine getirilmesi gereken bir adet daha vardı.
Gelinin en küçük erkek kardeşi yanlarına geldi ve elindeki kömürlü ütüyü gelinin ayakkabılarının topuklarında gezdirdi. Artık, gelin içindeki sıcaklığı topuklarından kalbine kadar bütün vücuduna yayacak, kendisiyle birlikte evini de ısıtacaktı.
Artık eve girebilirlerdi.
Genç kız, kocasının yardımıyla yavaşça kapıya doğru ilerledi. Kapının hemen girişine bir at eyeri yerleştirilmişti. Gelin ve damadın bunun üzerinden beraberce geçmeleri gerekiyordu.
Gelin, yüzünü örten kalın ipek nedeniyle önünü göremiyordu. Bu yüzden de sendelemekten korkuyordu.
Artık hayatlarını birleştirmiş olan bu çiftin, bu eyeri el ele aşarak, bundan sonra karşılaşacakları zorlukları da beraberce aşacaklarını göstermeleri gerekiyordu.
Ama ya tökezlerse?
Gelinin endişesini kocası da fark etti. Ve gelinin eline sıkıca sarılarak ona yardımcı olmaya çalıştı:
-Dur! Ayağını şimdi kaldır.
Gelin elbisesinin eteklerini dizlerine kadar çekti ve adımını ileri doğru atarak eyeri rahatça aştı. Ama ikinci ayağı da yere değer değmez, bütün vücudunu birden bir sıcaklık bastı ve bayılacak gibi oldu.
Adımını atarken ayakları görünmüştü ve bütün herkes gelinin ayaklarının bağlı olmadığını görmüştü! Artık yeni ailesi ondan nefret edecekti.
Birden ağlamak istedi. Buradan bir an önce kaçmak, annesinin yanında olmak istedi. Artık ömrünün sonuna kadar kendisiyle alay edecekler ve küçük göreceklerdi. O, yeni ailesi için bir utanç kaynağıydı.
Damat, gelinin birşeyleri olduğunu farketti ve sordu:
-İyi misin?
Kız cevap vermedi.
Ne diyebilirdi ki? Sustu. Sadece sustu.
Artık evlerindeydiler. Damat usulca seslendi:
-Divana doğru gidelim.
İki duvarı boydan boya kaplayan taş-toprak sedirin bir köşesinde, üçgen şeklinde büyükçe bir sandık vardı. Sandığın üzerine çifte mutluluk anlamına gelen 'şuan şi' yapıştırılmış, içine de çeşitli tahıllar konmuştu: Buğday, mısır, pirinç, darı, sorgum... Yani, yeni evliler bundan böyle açlık çekmeyecek, her zaman bolca yiyecek ekmekleri olacaktı. Saplarına kestane ve hurma bağlanmış olan bir çift balta ise aileye uğur getirecekti. Sandıkta ayrıca, damadın kız kardeşlerinin diktikleri iki tane ince yorgan da vardı.
Gelin annesinin verdiği kırmızı mendili cebinden çıkardı ve kocasına verdi. Kocası mendili aldı ve sandığa koydu. Gelin, peşinden kestane ve hurma bağlanmış yemek çubuklarını da kocasına verdi. Kocası bu iki çift çubuğu da alıp sandıktaki tahılların içine sapladı.
Bu işler de bitmişti.
Bir süre sessizce beklediler. İkisi de heyecanlıydı. Damat usulca geline döndü ve fısıldar gibi konuştu:
-Sakın benden korkma.
Gelin sabahtan beri bu anı beklemişti. Artık yüzündeki örtüyü çıkarma zamanı gelmişti. Birbirlerini ilk kez göreceklerdi.
Ama korkuyordu. Ya kocası onu beğenmezse?
Bir süre ne yapacağına karar veremedi. Biraz düşündü. Sonra, kocasının güven veren sesinden ikna olarak yüzündeki örtüyü yavaşça kaldırdı.
İkisi de hiç konuşmadan uzun uzun birbirlerini incelediler. Birbirlerini görür görmez ikisinin aklından da aynı düşünceler geçmişti: "Şans yüzüme güldü."
Gelin kocasını yakışıklı bulmuştu. Efendi ve dürüst birisi gibi görünüyordu. İçinde ona karşı bir yakınlık hissetti. Çok mutlu olmuştu. Damatsa gelinin güzelliğinden büyülenmiş gibiydi. Hiçbir şey söyleyemedi.
İkisi de konuşmadan yan yana oturdular. Sustular. Beklediler.
Bir süre sonra "yürek ferahlatıcı" makarnaları geldi. Bunu damadın annesi yapmıştı. Bu makarna, yeni evlilerin birbirlerini hataları ve sevaplarıyla kabul edeceklerinin simgesiydi. Ayrıca gelin, artık kendi ailesindeki alışkanlıkları bırakacak, tümüyle yeni ailesini benimseyecekti. Makarnanın peşinden "yürek ısıtıcı" pirinç rakıları geldi. Gelin ve damat kollarını iç içe geçirerek birbirlerinin kadehlerinden içkilerini içtiler ve birbirlerine iyice ısındılar.
İlk yemeğin ardından da ziyaretler başladı. Önce damadın erkek kardeşleri, sonra onların eşleri, sonra damadın kız kardeşleri birer birer gelip yeni evlilere mutluluklar dilediler, onları tebrik ettiler. "Gelinin saçı beyazlayana, damadın sakalları yere değene kadar mutluluğunuz daim olsun" dediler. En son sıradaysa damadın en küçük kız kardeşi vardı. Gelinle aynı yaşta olan genç kız, mutluluk dileklerini ilettikten sonra usulca gelinin kulağına fısıldadı:
-Senin, ayaklarının bağlı olmadığını gördüğümde çok sevindim. Çünkü benim ayaklarım da seninkiler gibi bağlanmamış ve kocaman, dedi ve kaçarcasına odadan çıkıp gitti.
Gelin kendisini artık iyice mutlu hissediyordu.
Bir süre sonra damadı dışarıdaki düğün sofrasına çağırdılar. Adet olduğu üzere damat, arkadaşları ve akrabalarıyla içip eğlenecekti. Bu süre boyunca gelinin odada oturup kocasını beklemesi gerekiyordu. Ve bu bekleyiş tam üç gün sürecekti.
Gelin üç gün boyunca ve uyanık olduğu sürece lotus pozisyonunda yoga yapar gibi oturacaktı. Bu dönemde az yiyecek, az içecek ve dolayısıyla çok sık tuvalete gitmek zorunda da kalmayacaktı.
Bu üç gün boyunca evleri akrabalar, komşular ve arkadaşlarla doldu taştı. Ve gelin bu süre boyunca sadece ilk geceki eğlencelere katıldı. Çünkü bu ilk günkü ziyaretin tek bir nedeni vardı, o da bolca şamata yapıp eğlenmek.
Herkes yeni evlilerle ilgili espriler yaptı. Gelinle damada şakalar yapıldı, onlara küçük oyunlar oynandı ve eğlenceli cezalar verildi.
Gelin bu eğlenceler sırasında, her misafirin bardağını tek tek doldurup içkisini ikram etti. Onların sigaralarını yaktı. Kendi elleriyle kabuğunu soyduğu fıstıkları misafirleri tek tek yedirdi.
Gecenin geç saatlerine kadar süren bu ilk gün eğlencesinin sonunda gelin de damat da epeyce bitkin düşmüşlerdi.
Üç gün süren bu ziyaret ve eğlencelerden sonra dördüncü gün sıra, kız evine yapılacak ziyarete geldi. Ve gelin damadı aldı ve baba evini ziyarete gitti.
Gelinin annesi ve babası yeni damatlarını pek sevmişlerdi. Kızları adına çok sevindiler.
Annesi kızıyla konuşurken mutluydu:
-Kızım görüyoruz ki hayırlı bir kısmet buldun. Şansına dua et. Ve artık geriye doğru hiç bakma. Yoksa burada hatırlayacağın, sadece açlık ve sefalet olacak. Bundan sonra sen artık Li ailesinin kızısın. Ona göre davran ve kendini kocana sevdirmeye çalış.
Gelin düşündü. Annesi haklıydı. Biliyordu ki anne-babası onun rahatını sağlayabilecek durumda değillerdi. Mutlu olmak istiyorsa, eski hayatını unutmalı, kocasıyla mutlu olmaya çalışmalıydı.
Ziyareti bitirip geldikleri at arabasına döndüklerinde genç kız arkasına döndü ve çocukluğu ile genç kızlığının geçtiği evine son bir defa daha baktı.
Ağlamıyordu. Ağlamayacaktı.
Artık hem adı, hem de yaşadığı mekan tümüyle değişmişti. Bu nedenle geriye değil sadece ileriye bakması gerekiyordu. Ve o da öyle yapacaktı.